kampfplatz 2:6
Haziran 2014
İmza Kampanyası.İlk çıktığında ses getiren, dikkatleri üzerine toplayan bir bildirieylemken, gitgide rutinleşmeye başladı. İstisnai bir icattan, solcu akademisyen hastalığına ve aynı zamanda bir statü göstergesine dönüştü. Herhangi bir sorun mu ortaya çıkar, derhal vakit kaybedilmeden bir imza kampanyası başlatma fikri öne sürülür. Ortak mail grubunda bir ilan verilir; sırayla fakülte, bölüm ve akademik unvanlar belirtilerek bir imza bahşedilir. Nasıl olsa ortada ne bir risk ne bir tehlike ne de bir iddia vardır. Oysa hem bildiri hem de eylem olması, buna Derrida’nın bir imzanın tuhaf tekilliği demesini de katalım, her defasında tekrarın içinde yeni olanı beyan eden bir risk ve iddia varsa ancak bir ehemmiyeti olabilir. Olmadı, sesi olmayanın ya da sesi duyulamayanın sesi olmak için olmalı bir imza kampanyası. Bu hususları taşımasını bir yana bırakalım, artık nasıl bir kampanya düzenleyeceğinize varıncaya kadar adım adım size yol gösteren change.org, imza.lar var. İmza kampanyalarına son vermek için bir imza kampanyası düzenliyoruz. Bir imza da siz verin.
Olay Olay. Bir başka düşkünlük de olay kavramıyla peyda oldu. Her şey olay olmaya başladı. Bir zamanların magazin programları “olay, olay” diye başlıyordu, şimdi yazılar da öyle başlıyor. Neredeyse her itiraz ve değişikliğe olay deniyor. Bu işin en heveslisi galiba Ergin Yıldızoğlu. Tekel işçileri eylemde olay, Gezi Direnişi, olay efendim olay. Bu olay yığınları arasında, en sonunda olay, istisna olma kabiliyetini ve niteliğini yitirip en kallavisinden kurallı bir kümeye dönüşmeye başlamasın mı! Bir istisna olan olay için bu denli sağduyulu bir beklenti de pek tuhaf. Bir olay bölgesinde ikamet edenlerin veya dışarıdan seyredenlerin beklenti ufukları içinde olayın da olaysal kılınması gerekmez mi? Zaten beklenen bir olay olay olabilir mi? Olaylar olaylar! En son duyduğuma göre, aşinalık kazanan bu olay kavrayışına isyan eden Alain Badiou, Ulm Sokağındaki Ecole Normale Superieure’den bir yürüyüş başlatacakmış: tedavülde ve eprimiş olan olayın yeniden olay kılınması için. Bir istisna olan olayı olay kılmak için olay bölgesiyle birlikte Türkiye’ye geliyorlarmış. Ulm ahalisi gelirse, kesin olay olur.
Yerelde Chp. Belki de kültürel siyaset anlamında mizah yapmayan nadir kişilerden biridir Umut Sarıkaya. Mizahı, kolaycı olan kültürden eksilterek doğrudan siyaseti icra eder. Karikatürlerinden birinde, genelde anarşist, yerelde belediyeye oy veren Bakunin’i çizmişti. Anarşist ve Bakuninci istisna Türkiye’de her seferinde istisnası olmayan kuraldır. Her yerel seçim döneminde kimi solcuları “neden CHP’ye oy vermeliyiz?” telaşı sarmaya başlar. Genelde “devrim ve proletarya diktatörlüğü”yle sapmaz bir yola çağrılan herkes; yerelde“belediye” için hizaya çağrılır. Bu sefer de öyle oldu, dahası sonradan bedel ağır olacak bir şekilde “tatava yapmadan” herkes koşturuldu belediyeye. Ha tatavaya koşmuşsunuz ha makarna ve kömüre. Yerelde belediyeye koşanların tersi istikametinde bir daha zor ele geçirilir siyaset atı da koşmaktaydı. Chp’nin Mhp’li Ankara belediye başkan adayı “Siyaset Yok Hizmet Var” pankartını asmıştı “Hizmet Aşığı” Bakunin’in koştuğu yolda. Yerelde siyaset yok fakat şükürler olsun genelde sömürüye karşı bir kez daha “devrim” istiyoruz.
Her yer mizah. O zaman Umut Sarıkaya tarzı mizahtan devam edelim. Gezi’nin en olumlu taraflarından biri de kendine yakışan bağzımizahı keşfetmesiydi. Tek olmadan bir-arada olmanın bir yeriydi bu mizah da. Elbette içinde her daimin ırkçıları, eski düzenin iktidarsızları ya da yeniden tahta çıkmayı kollayan sırtlanları da vardı varolmasına fakat onlar çoktan ölmüş yüzleriyle oradaydılar. Asıl olanlar, bağzımizahın sayılamayanları, devletin eski ve yeni bütün zorbalarına karşı ileri ve geri koşan tekinsiz özneleriydi. İleri koşuda bir ses “allahını seven defansa gelsin”, tam geriye dönerken “bu gaz biberi bir harikaydı”. Bizzat o “bir-arada” olmanın mizahı, “birin şahsiliğini”, “tirenin hiç kimseliğini” ve “bir-aradanın herkesliğini” istisnai siyasal şölene çağırıyordu. Ama bir-arada olmanın mekânı kaybedilince, siyasal mizah bir anda vasat ve yer yer gerici sularına çekildi. İstisnai olarak “zarif” duran mizah, yerin tahliyesiyle birlikte önce “i”sini, sonra da sündürmesiyle “mazruf”unu kaybedince bir “zarf”a kalakaldı. “Hülo”yla başlayıp “mabadın kılıyım”la devam edip, youtube’da dolaşıma sokulan bu mizah, sağın en alttaki yoksul kara kalabalığıyla dalga geçerken, bir kez daha hiyerarşinin ve kültürel siyasetin şölensiz ve kendi statüsünü olumlayan gülüşüyle keyiflendi. Yoksulun eksikliğiyle, taşradan gelen genç adam ve kadının yer bilmezliğiyle keyiflenen o eski Türk filmlerinin ışığı beliriverdi sanki. Söyleyen, seyreden ve anlatan çok oldu da, “kimse, hiç kimse ve herkes” artık orada olmadıklarından, geriye kalan sırf Alice’in kedisinin bedensiz gülüşüydü artık. Evet, evet hülo..!