Quantcast
Channel: kampfplatz Dergi - Felsefe Bir Kavga Alanıdır
Viewing all 74 articles
Browse latest View live

Kavramın Korunağı: Tanrı [Ersin Vedat Elgür]

$
0
0

kampfplatz 2:5

Şubat 2014



Bilindik yorumdur ki ortaçağ boyunca felsefe teolojinin hizmetinde olmuştur ya da Antik Yunan’ın göz kamaştırıcı rasyonalitesi hıristiyan teolojisinin karanlık dehlizlerinde yitip gitmiştir. Ve yine zannedilir ki düşüncenin kendi içkin devinimi –eh biraz da klasik metinlerin çevirisine referans verilir-, üzerindeki bu ağır ve atıl belleği, aklın gücüyle ayaklarının altına almıştır. Yorum elbette doğrudur; lakin sadece formel olarak. Evet, akli olan bildirilmiş olanın üstesinden gelmiştir; fakat bildirilmiş olanın içinde saklanmak suretiyle.

Ortaçağ öncesi ve patristik dönemi de içine almak suretiyle, en son yetkin örneği Plotinus’tan sonra felsefe teolojinin ‘basıncını’ hissetmeden de yeteneklerini kaybetmeye başlamış, bireysel bir ahlaki öğretiler yığınına dönüşmüş, bir yandan Varlığı diğer yandan da Varlık ve Düşünme arasındaki ilişkiyi düşünme gibi eş zamanlı iki görevinden de el çekmişti. Platon’da idea, Aristoteles’te eidos ve Plotinus’ta hen kavramları aracılığıyla bir umut ve bir ufuk olarak korunan Varlık düşüncesi kaybolmanın kıyısından, tüm bu kavramların ifade ettikleri anlamların korunduğu ve bu korunmanın etkin bir özne aracılığıyla düşünüldüğü tanrı tasarımı aracılığıyla kurtulur. Tabiri caizse, bu kavramın içinde korunur, ve gittikçe ilk başta basit ve naif bir biçimde, eskinin tanrılarına referansla oluşturulmuş dışsal ve yaratıcı tanrı imgesinin kompleks ve tözün aynı zamanda özne olarak tasarlandığı özdeşlik düşüncesine kadar getirir.

Özdeşlik düşüncesi perdenin arkasında kafasını çıkaran muzip bir çocuğun sinsi gülümsemesine benzer: aslında hepsi bendim diyen akıldır bu; uzun süre Scotus Erigena’nın ne yaratılan ne de yaratan doğasında ve Farabi’nin faal akılında gizlenmiştir; Kant’ın ve Schelling’in transzendental felsefelerinin tüm nüveleri bu saklanışta korunmuştur. Plotinus’un o muazzam öngörüsüne ne demeli; kendinden önce gelene bakmak suretiyle üretebilme ve yeniden-üretebilme kapasitesi kazanan yetkin olmayanın kendi tamlığına ve bütünlüğüne ulaşması Hegel’in bilinç ölçütünü kendinden verir ifadesinin açık bir öncülüdür. Credo ut intelligam ya da inanma ediminin bilgi-üretim etkinliğinin başat aktörü olması Augustinus’un yakarışlarından 1500 sene sonrasındaki Fichte’nin wissenschaftslehresine uzanabiliyorsa bu korunma sayesindedir. Boethius ve aslında tüm bir ortaçağ zaten amacını daha başından açıklamamış mıdır: Aristoteles ve Platon’un düşüncelerinin bir yaratıcı ile uyumlu hale getirilmesi.


Örnekler daha da çoklaştırılabilir fakat yazılan yer adı üzerinde ‘minör temas’. Üzerine düşünülmek istenen şudur: genel kanının aksine, kendi parçalanmışlığının ve güçsüzlüğünün kıyısından tanrıya tutunmak suretiyle kurtulan felsefe, tanrı tasarımlarının yetkinleştirilmiş her bir momentinde kendini daha bir açığa çıkarmıştır. O yüzden zayıf ve edilgin bir bilinçlilik formu olarak felsefenin kullanılmasından çok, zayıf düşmüş ama sinsi bir bilinçlilik formu olarak felsefenin, kendini sağlıklı bir bedene kavuşmak amacıyla içinde korumaya aldığı tanrıyı kullanması söz konusudur. Ve doğal olarak da hoyrat bir biçimde bitirilir bu ilişki…


Rojava: Welaté Tune [Savaş Ergül]

$
0
0

kampfplatz 2:5

Şubat 2014



Bugün siyaset üzerine konuşanlar sıklıkla “eşitlik veya özgürlük” kavramından hareketle siyasal alanı düşünmeye çalışmaktalar. İktidar meselesi ise, “siyasal olan”dan ziyade ast bir konuma indirgenmiş olan “siyaset” ardiyesine dâhil edilmiş bulunmakta.  Kavramları ters çevirerek alanı yoklama denemelerinde bulunan Platon’u taklit ederek yola çıkalım. İktidarı özgürlük, eşitlik ve direnişe karşıt kılmak yerine kolektif bir başarı olarak iktidarın tesis edilmesini olumlayalım. Bugün iktidar deyince aklımıza sadece disiplin, hükmetme ve denetimin gelmesi bir talihsizliktir. Çünkü bugün sosyalist hareketlerin en temel sıkıntısı, özgürlük, eşitlik veya direniş aksiyomlarının yoksunluğu değil bunlara fazlasıyla rağbet edilmesidir. Sıra bir iktidarın inşa edilmesine gelinceyse adeta yasaklanmış bir bölgeyle karşılaşıyoruz. Bolca eşitlik ve özgürlük bu cephede; iktidar ise hep karşı tarafta. Bir yanda haklı fakat güçsüz hakikat öbür yanda ise baskıcı iktidar kolaylığı duruyor. Akademinin dar koridorlarında bile herhangi birine rast gelirseniz hemen bir nefeste, kurumlanarak “ben kimsenin kimseyi ezmediği özgürlükçü ve eşitlikçi” bir düzenden yanayım diyecektir size. Herkes pek bir özgürlükçü pek bir eşitlikçidir fakat aynı düzen içinde yaşanmaya ilanihaye de devam edilir, yeter ki normalden sapma olmasın. Özgürlük, eşitlik ve direniş kimsenin kolayca itiraz etmediği kavramlar. Ama itiraz edilmediği ölçüde de güçlerini ve etkilerini “herkesin mutlu mesut uzlaşmasında” kaybetmekteler.

Machiavelli’ye dönme zorunluluğu tam da burada artık bir seçenek olmaktan ziyade hayati bir zorunluluk. “İktidar ve özgürlüğün” karşıt olmak bir yana tam tersine birbirleri için zorunlu uğraklar olduğunu söyleyen Machiavelli, iktidarın değil asıl olarak “iktidar yoksunluğunun” hem siyaset için hem de insanlar için bir felaket sahasını kurduğunu belirtir. İktidar yoksunluğunun çürütücü etkisi, Akp’ye bir asalak gibi yapışan liberallerde ve Chp ve önümüzdeki seçimlerde onun sağ adaylarına bile meftun kimi solcularda o çürütücü etkisini apaçık göstermekte. Haliyle hem liberaller hem solcular fiili olarak siyaset dışıdırlar. Ranciereci “gediklerin ve yarılmaların, pay alamayanların pay almasının” anlık kesintiler olmaktan çıkıp siyasal bir uzam tesis etmesi ancak Machiavellici stratejik kuruculukla mümkündür. Bu iktidar vurgusunu, tipik örneğini Yalçın Küçük’te bulan “iktidar isitiyorum”la ilintilendirmemek lazım. İstemek, illaki fiili olanla buluşması gerekmeyen bir dilek veya tembelliktir; kurmak ise yapmanın ve yaratıcılığın engelle çarpıştığı o zorlu çabadır. Fakat iş sadece bir iktidarı inşa etmekle bitmez, inşa edilen iktidarı dengeleyecek başka iktidar bölgelerini ve mekanizmaları da kurmak gerekir. Siyasetin tıpkı sanat ve bilim gibi yaratıcı bir keşif alanı olması da buradan ileri gelir. Machiavellici siyasal fikir, strateji ve hakikatin biricik kesişimi, iktidarın sınırlandırılması değil kurulması, yayılması ve ortak kılınması anlamına gelir: nihai bir an adına değil tam da şimdi ve burada olan adına bir toplanma çağrısında bulunan bir iktidar-özgürlük düzenlemesidir bu.
  

Bugün Rojava’da olan biten budur. Suriye’deki savaş alanında karşıt görünen Esad’ın tiranca iktidarı ve İslamcı hareketlerin cinayet şebekeleri, birbirlerini adeta Deleuzecü bağlaçlı sentezde (disjuctive synthesis) bir anda kol kola bulurlar. Bu iki karşıt seçenek, aynı intikamcı ve tekçi mantıkta ittifak halindedirler. Allahtan sadece bu seçeneklere mahkûm değiliz. Rojava’da kendisini gösteren şey ise, bu iki intikam mantığının yerine geçebilecek bir başka iktidar veya iktidarların fiili hakikatidir (verita effettuale). Bir iktidarı inşa etmenin en somut ifadesi olan Anayasa, etnik veya dinsel herhangi bir özneden değil, halkların ortak yaşamından ve dayanışmasından söz etmektedir: “Kantonda yaşayan halklar ve inançlar arasındaki ilişkiler halkların kardeşliği, ortak yaşam ve dayanışma temellidir. Hiçbir halk bunlardan ayırt edilemez.” Peki bu kurucu eylem nasıl mümkün oldu? Sebebinin ne/kim olduğunu biliyor muyuz? Elbette apaçık bir sır olarak herkes bilmekte. O zaman, sebebiyle birlikte bu ortak kurucu eylemin iktidarının yayılmasından, daha da büyümesinden ve yeni adlar bulmasından öte bir siyasal inşa var mıdır? Tune.

Türkiye Cehenneminin Çocuk Kanatlı İşçileri [Barış Yıldırım]

$
0
0

kampfplatz 2:6

Haziran 2014



Adana’da 6 yaşındaki Gizem’in kaçırılıp öldürülmesi, 9 yaşındaki Umut’un Manisa’daki kuyuda cesedinin bulunması, Diyarbakır’da 3 polisin 6, 7 ve 10 yaşlarındaki üç kardeşe uzun süredir tecavüz edip tacizde bulunmaları aynı sabah internette karşınızda bulduğunuz haberler. Yine kısa süre önce Kars’ta 6 yaşındaki bir çocuğun tecavüze uğrayıp öldürülmesi, evden kaçan çocuğun cesedinin komşu villanın havuzundan çıkması akla gelen diğer örnekler. Berkin Elvan, Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz gibi devlet terörünün simgeleştirdiği çocuklara Pozantı ve aslında tüm ülke cezaevlerinde bulunan çocukların yaşadıklarını, belediyelerin, okulların çukurları kuyularına düşüp boğulanları, zaman zaman kamuoyuna da yansıyan yetimhanelerde yaşanan trajedileri, ağır koşullarda çalıştırılan ve iş kazalarıyla sürekli gündeme gelen çocuk işçileri, çocuk gelinleri eklendiğimizde Cumhuriyet’in güncel çocuk bilançosunu en kaba haliyle çıkarmış oluruz. Elbette bu haberlere kamuoyundan infiale dönüşebilecek tepkiler de geliyor. Çocuklara dönük suçlarda idam talebi giderek daha fazla gündeme getiriliyor. Katilin yakalanıp cezaevine gönderilmesini yeterli bulmayan aileler ve yakınlar daha etkin bir adalet talep ediyor, kimi durumlarda katili kendisi cezalandırmak istiyor; çocuklara uygulanan vahşetse bu görüntüleri kabul edilir kılıyor: Bu ne korkunç bir kötülük!

Siyasal çatışmanın en üst düzeyde yaşandığı ülkede, toplumsal alandaki çatışmanın şiddeti ve kanlı-canlı gerçekliği de göz alıcı nitelikte. Sadece çocukların yaşadığı vahşet bile ülkede süre giden psikolojik ortamın sağlıksızlığına işaret olarak yorumlanabilir. Kadın cinayetleri, trans-bireylere dönük cinayetler, zaman zaman futbol taraftarları arasına yaşanan türde cinayetler de düşünüldüğünde Türkiye’deki çatışmanın katmanlılığına ve kötülüğün yaygınlığına dair bir fikir edinebiliriz.

Peki bu giderek yaygınlaşan radikal kötülük, insan doğasında var olan bir kötülüğün ortaya çıkışı mı yoksa toplumsal bir gelişmenin sonucu olarak cereyan eden sonuçlar mı? Eğer ikincisiyse, bu tür kötülük pratiklerinin var olmasını sağlayan mekanizma nasıl işlemektedir? Bu soru, üzerinde yürünebilecek bir siyasal/toplumsal hatta da işaret ediyor.

M. Hardt ve A. Negri Ortak Zenginlik isimli çalışmalarında şöyle söyler: “Kötülük sorunu öyle bir şekilde ortaya konmalıdır ki kötülüğün soykütüğü bize ona karşı savaşmak için bir anahtar verebilsin”. Buna göre “kötülük sevginin, sevgi için bir engel yaratan yozlaşmasıdır veya aynı şeyi bir başka perspektiften söylersek, kötülük ortak varoluşun, onun üretimi ve üretkenliğini tıkayan bir yozlaşmasıdır” (s. 198).

Tam da bu nedenle, özellikle Gezi sonrası uyarılmış toplumsal sinir uçlarıyla, masumiyet ve zayıflığın simgesi çocuk bedeninde somutlaşan kötülük aynı zamanda ortak varoluş arayışı/ihtiyacı içinde olanlar için bir değer çarpışmasına da dönüşüyor. Kötülüğe karşı bir şeyler yapma isteği de kötülük arttıkça kendisini duyuruyor ve ortak varoluş imkânlarına açılıyor. Devletin yetersizliği, gereksizliği ve hatta giderek bu çürümeye kaynaklık eden yapısı toplumun öz-yönetim ve öz-savunma ihtiyacına vurgu yapıyor. Türkiye’nin ruh hali, yakın gelecekte bu terimler için giderek daha uygun hale gelecek gibi görünüyor.

Kavram ve Sözcükleri [Ersin Vedat Elgür]

$
0
0

kampfplatz 2:6

Haziran 2014



Orta Sınıf mesela; özellikle Marksist literatür tarafından reddedilen bir kategori, ve bu reddiye son derece haklı gerekçelere sahip. Serbest piyasa ekonomisinin savunucuları varolanları "adlarıyla çağırmayı"çok sevmezler; alt, üst ve orta sınıf mesela; ya da Ortadoğu, gelişmekteolanülkeler ifadesi de bu duruma örnek verilebilir; ve elbette üçüncüdünya kavramsallaştırması. Tüm bu tanımlama biçimleri, sözcüğün işaret ettiği şeyin ne olduğunun belirlenmesinde cereyan eden sınıf mücadelelerinin görünüşüdürler. Keza kavramlar -eğer gerçekten kavram olarak üretilebilmişlerse- nesnesinin bir dizi bileşenine işaret eder. Kavramın görünüşü olan sözcük, bu nedenle, onun yerine tercih edilebilecek bir başka sözcükle basit bir sessel farklılaşmanın çok ötesinde ayrımlara sahiptir; öyle ki bu ayrımlar, sınıf mücadelesi söz konusu olduğunda özgül ayrımlardır.

Bu özgül ayrımları zamansız ve uzamsız bir tözselliğin geçişsiz monadları olarak düşünemeyiz; fakat tarihsel ve yapısal bileşenlere bağlı olarak birbirleri karşısında eşitler muamelesi de görmemelidirler. Zora dayalı olarak işleyen ve içsel dinamiklerden çok dışsal belirleyicilerin toplumsal yapının kurucusu olduğu durumlarda kavramlar, birbirlerine göreli olarak belirlenebilirler. Çünkü var olanlar adlarına merkez olarak belirlenmiş bir diğer varolana "uzaklık" ve "yakınlık"larına göre sahip olmuşlardır. Fakat toplumun yapısal formunu inşa eden merkezi öğenin herhangi bir dışsal zor yoluyla değil de bizzat sürecin kendisine içkin dinamikler aracılığıyla belirlenim kazandığı durumlarda kavramlar özgül ayrımlarını bu merkez aracılığıyla kazanırlar -Derrida'nın yanıldığı yer tam da burasıydı; merkezin bir başka merkez aracılığıyla ikamesinin olanağı, oyunun alanını sonsuzca genişletemiyordu. Örneğin kölelerin köle olmaklığının onların doğalarıyla açıklanması, varolanlara dışsal olan bir zorun ifadesiydi ve burada politik olanın kendisi alt sınıf ve üst sınıf dikotomisi içinde saklanabilirdi. Fakat toplumsal yapıya belirlenim kazandıran ve diğer varolanları kendi formunda yeniden-üreten merkezi ve içkin bir öğenin varlığında varolanların birbiriyle hem ilişkisi hem de varolanların (tarihsel) ne’liği onları yeniden-üretme kapasitesine sahip şey aracılığıyla tanımlanır.


Bu tanımlama çabası, söz konusu varolanların diğer özelliklerini kaybettirmediği (aslında daha çok bu durumu tespit etmek varolanın diğer özelliklerinin ne aracılığıyla kaybettirildiğini tespit eder) gibi onların tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli “töz”ü olarak da tanımlanamaz. Materyalizm varolanın diğer özelliklerini baskı altına alan bu merkezi öğenin tespit edilmesinin çabasıdır; maddi olan budur. Bu minvalde, geçersizliğini ilan etmenin neredeyse enetelektüel bir ritüel haline geldiği alt yapı – üst yapı arasındaki belirlenim ilişkisi de geçerliliğini sürdürür. Alt’ın üst’ü belirlemesi, üst’ün alt tarafından doğrudan inşa edilmesi değil, üst’ün diğer özelliklerinin ve potansiyellerinin baskı altına alınmak suretiyle alt’ın formunda yeniden-üretilmesidir. Dolayısıyla bir değerlendirme nesnesinin o andaki varoluşunun en güçlü belirleyenini tespit etme çabası, diğer belirlenimlerinin reddi ya da tüm diğer belirlenimlerinin altta durana (substantia) indirgenmesi anlamına gelmez. Örneğin, kadının, bir kadın olarak zamanın şimdisinde yaşadığı problemlerin kapitalizmin yapısal özelliklerinden ve dolayısıyla tarihsel bir emek denetim stratejisinden köklendiğini söylemek, kadınlığın özelliklerinin ve potansiyellerinin bu zemin üzerindeki bir ilişkiler ağı ve koordinatlar sistemi tarafından baskı altında tutulduğunu söylemektir; yoksa tüm sorunların bu zeminden köklendiğini söylemek değil. Ve böyle bir değerlendirme de doğal olarak mücadele pratiğinin sadecealtta duranı yıkmaya odaklanmadığı, hatta aksine altta duranın bizzat üstte olanları kavram olarak üretilmesi dolayısıyla belirlenim kazanacağı bilinciyle sonuçlanır.

İdeal Kapitalistopia: Sünger Bob Kare Pantolon [Kansu Yıldırım]

$
0
0

kampfplatz 2:6

Haziran 2014



Virginia Üniversitesi’nde gerçekleştirilen çalışmada ‘Sünger Bob’ çizgi filminin çocukların konsantrasyonunu kötü yönde etkilediği ortaya çıkmıştı. Dikkat dağınıklığına neden olan Sünger Bob, aynı zamanda çocuklarda hiperaktiviteye yol açıyordu. Buna rağmen en çok izlenen çizgi film kategorisinde sadece çocuklar değil, yetişkinlere hitap ettiği yine yapılan araştırmalarda ulaşılan başka bir sonuçtu. Peki neden? İyi bir Sünger Bob izleyicisi bilir ki, Sünger Bob, Deniz Yıldızı Patrick, Squidward, Bay Yengeç, Plankton ve olayların büyük ölçüde döndüğü Yengeç Restoranı kapitalist gündelik yaşamın olay ve kişilik örüntülerini en iyi gösteren çizgi filmlerin başında gelmektedir. Althusser’in özdeşleşme (identification) olarak tarif ettiği durum uyarınca düşündüğümüzde Sünger Bob, hâkim ideoloji ve maddi üretim ilişkilerinin izdüşümlerini seyirciye göstermekle kalmaz, kişilerinden kendisini repliklerde veya şamatalı olaylarda “bulmasını” sağlar.

Sünger Bob, her zaman koruduğu saflığı, masumiyeti, hüsnüniyeti yanında ocak işçisi olarak çalıştığı Yengeç Restoranın sorgulamayan, işverenin tüm emirlerine uyan, hafta sonlarında bile çalışmak için can atan işçisidir. Her sermayedarın gönlündeki öyle mavi yakalı bir işçidir ki, patron zorla izin verse dahi izin günlerinde gelip burger kızartır. Emek-zaman kapasitesini son raddesine kadar kullanmasına karşın “mutlu” olan Sünger Bob, aslında kapitalist üretim tarzının önceki üretim tarzlarına göre en büyük farkının göstergesidir: Özgür emek/çalışma serbestliği yanılsaması.

Deniz Yıldızı Patrick, Sünger Bob’un en yakın arkadaşı olarak onun iş azminin tam aksine tembeldir. İş aramayan işsizdir; geçinme ihtiyaçlarının dışında her işten kaçınır. Aslında Sünger Bob’un aksine tembellik hakkını temsil eder denilebilir. Squidward, Sünger Bob’un çok sevdiği mesai arkadaşı ve komşusudur. Ne var ki Squidward, Sünger Bob’un iş yerindeki aşırı özverili çalışmasının patronun beklentilerini yükseltmesi ve patolojik düzeydeki optimistliği nedeniyle Sünger Bob’tan nefret eder. Squidward, işinden, aldığı maaştan, çalıştığı yerden mutsuzdur sadece para kazanmak için çalışmaktadır. Öyle ki çizgi filmin çoğu bölümünde Squidward ünlü bir klarnet virtüözü olma hayalinin peşinden koşsa da hep hüsrana uğramaktadır. Her fırsat geçtiğinde işini ve arkadaşlarını değiştirmek istemektedir; üne kavuşmak en büyük arzusudur.

Bay Yengeç, çizgi filmin geçtiği Bikini Kasabası’nın en popüler restoranının yani üretimin gizli mabedinin sahibidir. Kapitalist gündelik ve iş yaşamının çizgi filmdeki kilit noktasını oluşturan mekânın sahibi olan Bay Yengeç, restorandaki fiyat listesine sürekli zam yapar; işçilerinin maaşlarını ya ödemez ya da geciktirerek öder; işçilerinin çalışma koşullarının kötü olmasına aldırmaz ve örneğin Sünger Bob’a ocakta çalışmanın dışında tuvalet temizletme, paspas yaptırma, danışmanlık hizmetleri gibi esnek çalışmayı dayatır. Yerdeki her kuruşun üzerine atlayan, para için tüm ilkelerini feda etmekten kaçınmayan, müşteri çekmek için çalışanlarının zarar görmesinden kaçınmayan Bay Yengeç, ideal bir kapitalist profili çizmektedir.

Serbest piyasanın çizgi filmdeki başka bir öğesi, Plankton’dur. Çok önceleri Yengeç ile ortak restoran işleten Plankton aralarındaki anlaşmazlıktan sonra kendi restoranını açmasına karşın işleri umduğu gibi gitmemektedir. Bu nedenle Yengeç Restorana popülerlik kazandıran Yengeç Burgerin gizli formülünü çalmak için sürekli entrikalar düzenler. Bu açıdan Plankton “hür teşebbüs” mottosuyla işleyen serbest piyasanın kapitalist hırsını ve tüm edimleri rekabet olgusunu temsil etmektedir. Plankton’un hırsı, Engels’in Anti-Dühring’te bahsettiği üretim anarşisinin sonuçlarına benzer kendi varlık sebebini düşünmeden rekabetin dozajını sürekli arttırır. Hatta rakibini piyasadan elemek için bir bölümde tüm kasabayı yok eden robot bile yapmıştır. Yani kendi çıkarları söz konusu olduğunda genel çıkarın bir önemi yoktur.

Sünger Bob çizgi filmi, görmesini bilene değil, bakan herkese kendi yaşamından kesitler sunmaktadır. Yengeç restoranda çalışan tüm karakterler günümüzde hızla artan güvencesiz ve esnek çalışanlara; her kişilik biçimi özverisiyle, tembelliğiyle, kariyer planlarıyla sokaktaki kişilere; Bay Yengeç fabrikadaki, mağazadaki, alışveriş merkezindeki işverenlere, hatta düşünüş biçimiyle okuldaki, hastanedeki, kamu kurumlarındaki yöneticilere; Bay Plankton, serbest piyasadaki “girişimci ruha” ve kapitalistler arası rekabete; Yengeç Restoran kapitalist değer-biçimin egemen olduğu tüm mekânlara karşılık gelmesinden ötürü, en çok izlenen çizgi filmlerdendir belki de…


Gezi'deki Tahtakuruları, Lice'deki Leş [Cenk Ertan]

$
0
0

kampfplatz 2:6

Haziran 2014



12. 11. 2013 tarihindeki Aykırı Sorularprogramının son sorusunda, Enver Aysever, İlber Ortaylı’ya “Gezi Meselesi”yle ilgili ne düşündüğünü sorar? Ortaylı, meseleyi bir istihdam sorunu olarak yorumlar ilk önce. İyi eğitimli bireylerin “devlet kapısı”nda hak ettikleri yerlere alınmadıklarından başlayıp devletin artık gayri ciddi bir şekilde yönetildiğiyle devam eder:  “Biz ciddi bir devletiz, çölden gelmedik.” Demek çölden gelenler var, şükürler olsun hiçbir zaman ırkçı olduğunu unutmuyor. Mesele devlet ciddiliğine gelince, Topkapı Müze Müdürünün Gezi’yi şu sözlerle bağlaması şaşırtıcı olmamalı: “evi tahtakuruları istila edince, kabahat evin hanımı ve beyindedir.” Dikkat edin, Ortaylı, Gezi Direnişi’ni eleştirmiyor, bilakis haklı bir isyan olarak görüyor fakat haklı gördüğü isyan için kullandığı teşbihteki “ev ve tahtakuruları” her şeyi açık ediyor. Haklı olsalar bile önünde sonunda, ezel ebed devlet-evi ve onun sahipleri, bir de bu eve geçici olarak musallat olan ama orada olmamaları gereken asalak tahtakuruları var. Haklı tahtakurular! Türkiye’de hep hükümran olanın yanında saf tutmuş olanların zihniyetini faş eden mükemmel lapsus.

Şaşırtıcı olmayan şey, Enver Aysever’in bu lapsus’u yadırgamaması. Muhalif mahfillerde boy gösteren Fatih Altaylı mukallidi Aysever yadırgamadı çünkü o da bu zihniyetin içinde bütün gıdasını almakta, orada yemlenmektedir. Birgün gazetesi’nde yazdığı bir yazıda, ahlak zaptiyesi olarak Cihangir’de herkese saldıran eski tüfek bir nefer yazısının peşindeyken, yeni neferlerin yepyeni silahlarıyla bedeni paramparça olmuş Ceylan Önkol için “Lice’deki leş” dememiş miydi? Lapsus, lapsus bulunca ortaya bir gaita numunesi beliriyor. Devlet-evinin bu sahipleri Akp’yle buluşan mükemmel ortaklar: yukarıdan aşağıya bakan, baktığında “çapulcu, tahtakurusu, leş, kaçakçı, Roboskili katırları gören” ve herkesin varlığından tiksinen Erdoğan, Naim Şahin, Ortaylı, Aysever, Özdil’in cam gözleri. 

Gezi’deki tahtakuruları, Roboski’deki katırlar, kaçakçılar, çapulcular, sermayenin çarklarının birer birer öldürdüğü işçiler ve devletin bakışının aşağısında kalan herkes, Ceylan Önkol’un hep açık duran gözlerinin “çölünde” dolaşıp durmaktalar. Demek ki çölden, çölden gelecekler… 


Rojava Fotoğrafın Neresinde? [Onur Kartal]

$
0
0

kampfplatz 2:6

Haziran 2014




Yukarıdaki fotoğraf geçtiğimiz yıldan. Fotoğrafın sağındaki şahıs, El Kaide bağlantılı bir çete üyesi. Soldaysa 31 Mart’ta Ceylanpınar sandıklarından resmi sonuçlara göre belediye başkanı çıkan Menderes Atilla. Her ikisi de geleceği görmüşlercesine hallerinden memnun bir tebessümle vermişler pozlarını.  Bize düşen bu tebessümü Türkiye-Suriye-Rojava denkleminde düşünmek. Zira Ceylanpınar, AKP’nin ısrar ettikçe batağa saplandığı, çırpındıkça hepten dibe çöktüğü stratejik derinlikli Suriye politikalarıyla El Kaide bağlantılı grupların üssü haline geldi. Suriye’deki iç savaş başlangıcından bugüne birçok forma büründü. Ancak bölge halkları yararına belki de tek olumlu neticesi, 19 Temmuz 2012’de yüzünü gösteren Rojava devrimi oldu. Bugün devrimin aktörleri, Cizire, Kobani ve Afrin kantonlarında demokratik özerklik projesi etrafında, çok dilli+çok dinli+çok kültürlü bir politik organizasyonu çok başkanlı bir öz yönetim projesiyle taçlandırmakla meşgul. Gelgelelim mesailerinin büyük bir kısmını AKP marifetiyle palazlanan çetelerin saldırılarına karşı kanton bölgelerini müdafaa etmeye harcıyorlar. İçeriden dışarıya, ilk başta PYD-YPG ile El Kaide, sonra Türkiye’yle Suriye ve nihayet diğer emperyal güçlerin sarmallandığı bu girdabın ilk elden anlattığı, Rojava devrimi teşebbüsünün, anti-otoriter, anti-emperyalist, devlet karşıtı ve seküler bir toplumsal yaşamı ilmek ilmek örmekte olduğudur. Hem uluslararası hem ulusal politikaları gereği AKP’nin bu devrimi boğmak için canını dişine takması bundan. Ceylanpınar belediye seçimlerinin önemi de burada. Ceylanpınar’dan Serekaniye’ye uzanan yolun nicedir El Kaide ve türevi yapılanmaların güzergâhı olduğu, Türkiye hükümetinin sunduğu lojistik desteğin büyük oranda buradan sağlandığı sır değil. Ceylanpınar’da bu akışı bozacak tek resmi kurumsal pozisyon belediye başkanlığıydı, o da BDP’nin elindeydi ta ki, BDP’ye ait bin beş yüz oy pusulasının yakılmasıyla kaybedilen 31 Mart seçimlerine kadar. Tabii Kürt Özgürlük Hareketi’nin itirazı kimseyi şaşırtmadı. Bir kez daha devlet kurumlarının işleyişini, meşruiyet zeminine şiddet vasıtasıyla oturtmak gerekti. Ceylanpınar uzunca bir süre savaş alanına döndü, OHAL ilan edildi, ilçeye giriş çıkışlar yasaklandı. Yine de direnişin gücü sonucu değiştirmeye yetmedi. Menderes Atilla mazbatasını aldı.

Şaşırtıcı olan şuydu: yerel seçim rüzgarı, maalesef bazı sosyalist sol unsurların da kâh açıktan kâh gizli suç ortaklıklarıyla öyle bir estirildi ki, Kürt Özgürlük Hareketi AKP’nin yanına otoriter bloğa, diğer tüm unsurlar ise karşısınademokratik muhalefete yerleştiriliverdi. Doruğunu “Mansur Yavaş Kurtuluşa Kadar Savaş” tuhaflığında bulan cinnet hali, kimi sosyalist ve demokrat çevrelerin ülkücü bir faşisti desteklememekle suçlandıkları bir iklim yarattı. Kurtuluşu Mansur Yavaş’ta arayanlar, İstanbul’da Sarıgül’ü çare belleyenler aşağıdaki resmi göremediler; göremedikleri için de önemini anlayamadılar. Viranşehir’de kazandıkları seçimi Ceylanpınar’da olduğu gibi kaybetmemek için Adliye binasını gecenin bir yarısında sarıp devlet kurumlarını yörüngede tutanlara inat, kimileri televizyonlarının başında kimileri Ankara YSK önünde, ‘evinize dönün’ diyenlere kulak vermeyi tercih ettiler. Bu hengâmede AKP’nin yanındaki Kürt Özgürlük Hareketinin yalnızca Ceylanpınar’da değil, seçimlere hile karışan her yerde sokakları yangın yerine çevirmesine rağmen karşısındakigüçlerin nasıl olup da olaysız dağıldıklarını anlamaya da açıklamaya da kimsenin fırsatı, haydi itiraf edelim niyeti olmadı. Düzen partilerinden böyle bir beklentimiz yok elbette ancak sol cenahın da bu hususta iyi bir sınav verdiğini söyleyemeyiz. Rojava devrimi süreci en başından sosyalist solun önemli bir kesiminin kapsama alanı dışında kaldı. Suriye’ye dikkat kesilenlerden Halk Cephesi, Yorum’un Suriye’de Esad posteri önünde verdiği konserle rejime açıktan desteğini sunar, TKP’li Umut Kuruç, Esad’a “Boyun Eğme” bayrağı hediye ederken yolları Rojava’ya düşmedi. Reyhanlı saldırısında Selahattin Demirtaş’ın vahim açıklamalarını dillerine pelesenk edenler Reyhanlı’yı düzenleyenlere karşı savaşan yegâne gücün Rojava’da olduğunu görmek istemediler. Sosyalist jargonu tahrip ettiğinizde bu gerçekliğe kör kalmak elbette mümkün, yukarıdaki tebessümü bozmaya niyetli tek aktörü siyaseten tecrit etmek de. Yalnız mutluluğun resmi böyle çizilir; Rojava devrimi bu ablukada boğulur da bölge halkları seküler demokratik bir öz yönetim seçeneğinden mahrum kalırlarsa bunun sorumluluğunu yalnızca ulusal ve uluslararası egemen güçlere havale etmek mümkün olmayacak… 



Ölü Canlar [Can Kaya]

$
0
0

kampfplatz 2:6

Haziran 2014





Bölünmüşlüğün, ayrı dertlerin, ayrı dünyaların fotoğrafı bu.

Sol yanımız can derdine düşmüş. Sağ yandaki ise canları diri diri toprağa gömmek pahasına cebini doldurmanın.

Sol yanımız bir saatine beş lira almış o cehenneme girmek için; sağ taraftakiyse cehenneme girenlerin hayatı pahasına gerekli önlemleri almayarak ayakkabı kutularını doldurmuş, taşeronun önünü açmış, kuralsızlığı kural eylemiş.

Sol yanımız kapkara yüzleri ve ışıl ışıl gözleriyle bakarken bir çiçeğin her rengine binbir zevkle; sağdaki siyah-beyaza çevirmeye kalkmış ülkeyi, canım yeşile tercih etmiş gri betonu.

Sol yanımız can derdine düşmüş, sağ taraftakiyse bilmem kaç bin liralık elbisesine çamur sıçramasın diye bir adım geriye.

Sol yanımız ölen, sağ taraftaki öldüren.

Yaralı bir işçi, az önce çıkmış yerin altından, yürüyemiyor, arkadaşları girmiş omzuna. Gözyaşları kapkara yüzlerden yol yol ilerliyor. “Yine gireceğim, başka çarem yok” diyor. “Bankaya kredi borcum var.”

Ve soruyor: “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin.”

Yediğinle, içtiğinle tertemizsin sen güzel kardeşim. Onurunla, erdeminle, terinle, yüzüne yapışan tozunla, toprağınla, sol memenin altındaki cevahirle…

Asıl seni toprağın altına diri diri gömenlerdir bu ülkeyi kirletenler.



Offf Ne Sağlam İRADELİ Çıktık beee! [Sevgi Doğan]

$
0
0

kampfplatz 2:6

Haziran 2014



Bir çocuğa büyüyünce ne olacaksın sorusuna karşılık “devrimci olacam” cevabı alınınca şok olunmaz mı? Eskiden, “‘polis,’ ‘itfaiyeci’ yahut ‘çöpçü’ olucam” gibi cevaplar verilmez miydi! Sizi şoka uğratan bu cevap karşısında aklınıza, 1987 Fransa-Alman yapımı şiirsel bir film olan Der Himmel über Berlin [Berlin Üzerindeki Gökyüzü] filminde Peter Handke’nin “Çocukluk Şarkısı” adlı şiirle başlayan kareler saliseler arasında takılı verir:

“Çocuk çocukken...
Çocuk olduğunu bilmezdi
Her şey yaşam doluydu
Ve tüm yaşam birdi
Çocuk çocukken...
Hiçbir şey hakkında fikri yoktu
Alışkanlıkları yoktu
Bağdaş kurup otururdu
Sonra koşmaya başlardı
Saçının bir tutamı hiç yatmazdı
Ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi...”

Çocuk çocukken sadece çocuktur. Her şeyden bihaber büyüklerin dünyasından ayrı kendi dünyalarıyla mutlu! Ancak çocukları bile politikanın içine bu kadar çok çeken, politik mevzular hakkında fikri olmasını sağlayan şeyin nedeni elbette Gezi Direnişi’nden beri süre giden ve bitmeyen/bitmeyecek halk-devlet ikilisinin karşı karşıya gelişidir. Gündemden hiç düşmeyen “yolsuzluk,” “densizlik,” “kaypaklık,” “sağlam iradesizlik,” çocukların bile “iyi” ve “çirkin” arasındaki ayrımı çok “sağlam” kavramalarına yol açmıştır. Bu ikili (halk-devlet) tarihte hiçbir zaman bir uzlaşım içerisinde olamadı/olamaz da zaten. Sadece pratikte değil teoride dahi halk-devlet karşıtlığı bir türlü barışçıl bir tartışmada yer alamadı. Buna verebileceğimiz en büyük örnek devlet teorisiyle bu ikiliyi bir araya getirebildiğini varsayan Hegel’in halkı küçümsemesinde görebiliriz. Marx ise Hegel’i büyük bir eleştiriye tabi tutmuş ve halkın kendi belirleniminiöne çıkartmıştır. Marx bu bağlamda Hegel’inHukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde demokrasinin temel ayrımının, insanın yasalar adına var olmadığı fakat yasaların insanlar adına var olduğunu ve bunun insanın varoluşu olduğunu ifade ederek diğer siyasal sistemlerde insanların yasal bir var oluşa sahip olduğunu belirtir. Demokrasilerde yasalar insanlar içindir, insanlar yasaların var oluşu için değildir. Bu noktada Marx’ın buradaki en önemli ayrımı ‘insani var oluş (human existence)’ ve ‘yasal var oluş (legal existence)’arasındaki ayrımıdır. Hegel’in aslında içinde çıkamadığı şey de budur. Bir yandan bireyin yani öznelin haklarından bahseder nesnelin haklarını da gözeterek, diğer yanda insanı indirgemeci bir anlayıştan kotaramaz ve insanı yasalar uğruna var olmaya zorlar. İşte hukuk sisteminin ayaklar altına alınmasının, halk ihlallerinin sınır tanımadan işlemesinin nedeni de hukukun hizmet etmesi gereken halklardan alınıp özel çıkarlar uğruna kullanılması olmuştur. Halklar yasalara tabi tutularak “insan olmak”tan çıkarılmıştır. Bu yasalar despotizmi saklamaktan, diktatörlüğün yasallaşmasından başka bir anlama da gelmez!


Diktatöryal-demokrasiler ya da demokratik despotizm (bu yönetim biçimine verilebilecek örneklerden biri Michele Ciliberto’nun belirlenimiyle Berlusconizm ve Erdoğan tarzlı despotizmdir) “irade” ve “halk” kavramlarını pervasızca meydanlarda laf kalabalığı yaparak kullanır. Halkı ve iradesini (ancak özgür iradesini) yasalar uğruna hiçe sayar. Ancak “irade” öyle basite alınacak bir kavram değildir diyerek hatırlatmak gerekir; hele “özgürlüksüz” bir iradenin, irade olmayacağını; o sağlam halk iradesinin (karar verme gücünün) nesnel koşullar oluştuğunda neler yapabileceğini tarihe bakarak hem de o kadar uzaklara gitmeden yakın tarihe bakarak gösterebiliriz!

“Özgürlüklerimizi” yasalarla zapt eden bir irade ne anlama geliyor başta bunun cevabını almak gerek!


Muhalif İstisnanın Kuralları İçin Dört Pastiş [Savaş Ergül]

$
0
0

kampfplatz 2:6

Haziran 2014



İmza Kampanyası.İlk çıktığında ses getiren, dikkatleri üzerine toplayan bir bildirieylemken, gitgide rutinleşmeye başladı. İstisnai bir icattan, solcu akademisyen hastalığına ve aynı zamanda bir statü göstergesine dönüştü. Herhangi bir sorun mu ortaya çıkar, derhal vakit kaybedilmeden bir imza kampanyası başlatma fikri öne sürülür. Ortak mail grubunda bir ilan verilir; sırayla fakülte, bölüm ve akademik unvanlar belirtilerek bir imza bahşedilir. Nasıl olsa ortada ne bir risk ne bir tehlike ne de bir iddia vardır. Oysa hem bildiri hem de eylem olması, buna Derrida’nın bir imzanın tuhaf tekilliği demesini de katalım, her defasında tekrarın içinde yeni olanı beyan eden bir risk ve iddia varsa ancak bir ehemmiyeti olabilir. Olmadı, sesi olmayanın ya da sesi duyulamayanın sesi olmak için olmalı bir imza kampanyası. Bu hususları taşımasını bir yana bırakalım, artık nasıl bir kampanya düzenleyeceğinize varıncaya kadar adım adım size yol gösteren change.org, imza.lar var. İmza kampanyalarına son vermek için bir imza kampanyası düzenliyoruz. Bir imza da siz verin.

Olay Olay. Bir başka düşkünlük de olay kavramıyla peyda oldu. Her şey olay olmaya başladı. Bir zamanların magazin programları “olay, olay” diye başlıyordu, şimdi yazılar da öyle başlıyor. Neredeyse her itiraz ve değişikliğe olay deniyor. Bu işin en heveslisi galiba Ergin Yıldızoğlu. Tekel işçileri eylemde olay, Gezi Direnişi, olay efendim olay. Bu olay yığınları arasında, en sonunda olay, istisna olma kabiliyetini ve niteliğini yitirip en kallavisinden kurallı bir kümeye dönüşmeye başlamasın mı! Bir istisna olan olay için bu denli sağduyulu bir beklenti de pek tuhaf. Bir olay bölgesinde ikamet edenlerin veya dışarıdan seyredenlerin beklenti ufukları içinde olayın da olaysal kılınması gerekmez mi? Zaten beklenen bir olay olay olabilir mi? Olaylar olaylar! En son duyduğuma göre, aşinalık kazanan bu olay kavrayışına isyan eden Alain Badiou, Ulm Sokağındaki Ecole Normale Superieure’den bir yürüyüş başlatacakmış: tedavülde ve eprimiş olan olayın yeniden olay kılınması için. Bir istisna olan olayı olay kılmak için olay bölgesiyle birlikte Türkiye’ye geliyorlarmış. Ulm ahalisi gelirse, kesin olay olur.

Yerelde Chp. Belki de kültürel siyaset anlamında mizah yapmayan nadir kişilerden biridir Umut Sarıkaya. Mizahı, kolaycı olan kültürden eksilterek doğrudan siyaseti icra eder. Karikatürlerinden birinde, genelde anarşist, yerelde belediyeye oy veren Bakunin’i çizmişti. Anarşist ve Bakuninci istisna Türkiye’de her seferinde istisnası olmayan kuraldır. Her yerel seçim döneminde kimi solcuları “neden CHP’ye oy vermeliyiz?” telaşı sarmaya başlar. Genelde “devrim ve proletarya diktatörlüğü”yle sapmaz bir yola çağrılan herkes; yerelde“belediye” için hizaya çağrılır. Bu sefer de öyle oldu, dahası sonradan bedel ağır olacak bir şekilde “tatava yapmadan” herkes koşturuldu belediyeye. Ha tatavaya koşmuşsunuz ha makarna ve kömüre. Yerelde belediyeye koşanların tersi istikametinde bir daha zor ele geçirilir siyaset atı da koşmaktaydı. Chp’nin Mhp’li Ankara belediye başkan adayı “Siyaset Yok Hizmet Var” pankartını asmıştı “Hizmet Aşığı” Bakunin’in koştuğu yolda. Yerelde siyaset yok fakat şükürler olsun genelde sömürüye karşı bir kez daha “devrim” istiyoruz.


Her yer mizah. O zaman Umut Sarıkaya tarzı mizahtan devam edelim. Gezi’nin en olumlu taraflarından biri de kendine yakışan bağzımizahı keşfetmesiydi. Tek olmadan bir-arada olmanın bir yeriydi bu mizah da. Elbette içinde her daimin ırkçıları, eski düzenin iktidarsızları ya da yeniden tahta çıkmayı kollayan sırtlanları da vardı varolmasına fakat onlar çoktan ölmüş yüzleriyle oradaydılar. Asıl olanlar, bağzımizahın sayılamayanları, devletin eski ve yeni bütün zorbalarına karşı ileri ve geri koşan tekinsiz özneleriydi. İleri koşuda bir ses “allahını seven defansa gelsin”, tam geriye dönerken “bu gaz biberi bir harikaydı”. Bizzat o “bir-arada” olmanın mizahı, “birin şahsiliğini”, “tirenin hiç kimseliğini” ve “bir-aradanın herkesliğini” istisnai siyasal şölene çağırıyordu. Ama bir-arada olmanın mekânı kaybedilince, siyasal mizah bir anda vasat ve yer yer gerici sularına çekildi. İstisnai olarak “zarif” duran mizah, yerin tahliyesiyle birlikte önce “i”sini, sonra da sündürmesiyle “mazruf”unu kaybedince bir “zarf”a kalakaldı. “Hülo”yla başlayıp “mabadın kılıyım”la devam edip, youtube’da dolaşıma sokulan bu mizah, sağın en alttaki yoksul kara kalabalığıyla dalga geçerken, bir kez daha hiyerarşinin ve kültürel siyasetin şölensiz ve kendi statüsünü olumlayan gülüşüyle keyiflendi. Yoksulun eksikliğiyle, taşradan gelen genç adam ve kadının yer bilmezliğiyle keyiflenen o eski Türk filmlerinin ışığı beliriverdi sanki. Söyleyen, seyreden ve anlatan çok oldu da, “kimse, hiç kimse ve herkes” artık orada olmadıklarından, geriye kalan sırf Alice’in kedisinin bedensiz gülüşüydü artık. Evet, evet hülo..!




Ebdülselam Ehmed ve Salih Müslim ile Rojava Söyleşisi [7. Sayı]

$
0
0


"Bugün Özgürlük ve Devrim Rojava'da Yükseliyor"



Söyleşi: Adem Yıldırım, Onur Kartal ve Osman İşçi


Suriye’de devam eden iç savaşın tartışmasız en çarpıcı olaylarından biri 19 Temmuz’la birlikte ortaya çıkan Rojava devrimi oldu. Her ne kadar hem bölgenin hem de dünyanın egemen güçleri bu adı ve oluşumu görmezden gelse de Rojava öne sürdüğü siyasi seçenekle halklar ve özgürlükçü siyasetler için bir umut kaynağı oldu. Üç bölgede ilan edilen kantonlar ve demokratik özerklik adı altında öne sürülen anayasa modeliyle Rojava deneyimi yeni bir aşamaya geçti. Biz de Rojava deneyimine daha yakından bakmak ve kendi siyasal gerçekliğimiz bakımından Rojava Devriminden ne türden dersler çıkarabileceğimizi öğrenmek için Rojava Halk Meclisi Eş Başkanı Ebdülselam Ehmed ve dar bir zaman aralığında da olsa PYD Eş Başkanı Salih Müslim’le kısa bir söyleşi yaptık.
 
 Biz söyleşiyi yaptığımız tarihte IŞİD’in Şengal’deki katliamı ve Kobanê saldırısı henüz olmamıştı. Bir yanda azınlığın da azınlığı olarak Êzidîlere karşı gerçekleştirilen katliam, diğer taraftan aylardır kuşatma altında olan Kobanê şehri ve halkı. Bu söyleşide sadece yeni bir siyasal deneyimi değil aslında bu coğrafyada varlığı da ortadan kaldırılmak istenilen bir halkı konuşuyoruz.
    
Öncellikle merak ettiğimiz şey, üç bölgede ilan edilen özerk yönetimler için kullanılan “kanton” adı nasıl ortaya çıktı ve kim tarafından önerildi? Kantonların çalışma tarzları hakkında neler söyleyebilirsiniz? Örneğin nihai karar organı neresidir?

Ebdülselam Ehmed: Bilindiği gibi Kobanê, Cizîre ve Efrîn bölgelerimiz, coğrafi bakımdan birbirlerinden ayrıdırlar. Cizîre ve Kobanê arasında Arap, Kürd ve Türkmen köylerinin bulunduğu bir boşluk vardır. Bu yaklaşık olarak 150-200 kilometrelik gibi bir alandır. Şu andaki en büyük sorun, bölgeler arasındaki bu kopukluktur. Önümüzdeki zamanlarda Rojava’daki kantonlar arasındaki bu kopukluğu gidermek istiyoruz. Yaptığımız şeylerin bir kısmı elimizdeki imkân ve fırsatlara göre belirleniyor. Bu bölgeleri bir araya getirmek kolay değil. Kantonlara dâhil olmayan bölgelerdeki insanları da bu yeni ittifaka katmamız gerekiyor. Örneğin bu bölgelerde bulunan Türkmenler ve onların Meclisleriyle görüştük. İttifak yapabileceklerini söylediler.
 
Cizîre bölgesinde Kürd, Arap ve Süryani halklar var. Bu topluluklar arasında bir sözleşme yapıldı. Bu bölgedeki halklar tarafından bölgenin ve halkların nasıl yönetileceğine dair bir toplumsal sözleşmedir. Bu sözleşme, kantondaki halkların kendi renklerini görebileceği bir anayasadır. Arap, Süryani, Çeçen ve Kürdlerden oluşan özerk bir yönetim kuruldu. İttifakla yapıldığını bir kez daha söyleyeyim. Diğer iki kanton da buradan örnek alarak bir sözleşme yaptılar.

Her kantonun bir meclisi var. Kantonlar kendilerine özgü şartlara göre yasalarını belirliyorlar. Her meclis kendi bölgesine özgü yasalar çıkarıyor. Bu yasalar, partiler yasasından tutun da trafiğe kadar uzanan bir alanı kapsıyor. Her meclisin üç organı bulunmaktadır: yasama, yürütme ve yargı. Nihai karar verme yeri ise yasamadır.
 
Salih Müslim:Şimdi kantonu biz zaten beklemiyorduk, bizim PYD olarak bir projemiz vardı. 2007’de demokratik özerklik kararı almıştık, bunu organize etmeye ve uygulamaya çalıştık. Şimdi orada çeşitli oluşumlar var: Kürdler, Araplar ve Süryaniler. Biz bir parti projesi olmasın, halkın projesi olsun diye orada bir kurucu meclis oluşturduk. Araplar, Süryaniler ve Kürdlerden oluşan meclis karar verdi. Yoksa biz bütün Rojava’yı bir parça olarak görüyoruz. Üç kantona ayırdık çünkü arada kopukluklar var, IŞİD’in hâkim olduğu yerler var. Kantonların İsviçre’dekiyle isim benzerliği var, Kürdçede “herêm” deniyor, kanton adı tanınmış olduğu için öyle deniyor; isim benzerliği dışında da İsviçre’deki kantonlarla bir benzerlik olabilir, ama aynı zamanda bölgenin özgün şeyleri de vardır. Kendi tecrübemiz ve koşullarımıza göre hareket ediyoruz. Yoksa sırf İsviçre’deki kantonda bunlar var diye yapıyor değiliz. İsim benzerliğinden öte kendi gerçeklerimiz doğrultusunda hareket ediyoruz.

Her yerde meclis var, meclislerin her daim etkin oldukları bir düzenleme olarak demokrasiyi algılıyoruz. Kantonun meclisi, kantondan daha aşağı şehirlerin, köylerin de meclisleri var. Bunu henüz yüzde yüz uyguladığımızı söyleyemeyiz ama bu yolda ilerliyoruz. Her birimin bir meclisi olacak, o meclisin kararlaştırdığı kendi birimi için geçerli olacak. Meclis hem özerk bir parça olacak, hem de diğer meclislerle ortak olacak. Alt birimden kantona kadar böyle bir işleyiş söz konusu. Buna demokrasi diyoruz, ya da siz adına ne derseniz. İnsanlar hem karar alacak hem de uygulayacak güçtedirler. Nihai karar kantonun kendisidir.
  
Kantonlar arasında iletişim nasıl sağlanıyor? Kopukluğa rağmen aralarında nasıl bir ilişki var? Kantonların şu anda merkezi Şam hükümetiyle bir ilişkisi var mı? Buradan size herhangi bir tepki geldi mi? Siz nasıl bir ilişki öngörüyorsunuz?

Ehmed: Skype veya telefonla sağlayabiliyoruz. Bir kanton bir diğer kantona ihtiyacı olduğunda para ve askeri meselelerde yardım sunuyor. Üç kantonu birbirine bağlayan üst veya ortak bir organ henüz yok. Suriye’deki iç savaş böyle bir organı oluşturmaya izin vermedi. Şam rejimiyle aramızda bir ilişki yok. İki taraf da birbirine ilişmemektedir. Çok hassas koşullar ve sınırlar içinde hareket ediyoruz. Bastığımız zemin adeta yumurtalardan oluşuyor ve biz bu yumurtaların hiçbirini kırmamaya çalışıyoruz. Rejim, Suriye’deki Hıristiyan, Dürzi ve Kürdlerle yakınlaşmadı. Şu anda bölgedeki savaş, Şii ve Sünniler arasındaki mezhep savaşına dönüştü. Bu mezhep savaşının içinde değiliz. Bütün güçlerle aynı anda savaşacak bir gücümüz de yok. Dört bir yanımız kuşatılmış durumdayken bir çıkış yolu bulmaya çalışıyoruz.
   
Müslim: Kantonların merkezi Şam hükümetiyle bir ilişkisi yok, sistem henüz yeni. Kanton sitemi sadece Rojava’da oluyor, ikinci aşama Rojava’yı birleştirip kantonu bir birim haline getirmek. Bir siyasal çözüm olursa, o zaman belki merkezle bir ilişkisi olabilir. Hatta bu sistemi bütün Suriye için öngörüyoruz, belki başka yerlerde de olabilir, başka oluşumlar da kendi şartlarına uydurabilirler. Merkeziciliğin olmayacağı bir sistem düşünüyoruz ya da bütün kantonları birleştiren bir meclis olabilir. Açıkçası biz de bütün koşulları bilmiyoruz, daha deneme safhasındayız.
 
Kantonların ilan edilmesinden beri hem içeride hem dışarıda karşılaştığınız en önemli sorun veya engeller nelerdir?

Müslim: En büyük zorluk bunu anlatamamak, halkımızın demokrasi tecrübesi biliyorsunuz. Demokrasi bir kültürdür. Demokrasiyi ve bu projeyi anlatmada çok büyük bir zorluk çekiyoruz. Bir zihniyet değişimi gerektiriyor. Sadece bizim için değil komşular için de. O yüzden anlatmakta zorluk çekiyoruz.

Rojava devriminin en çarpıcı, merak ve coşkuyla takip edilen yönlerinden biri hiç kuşkusuz kadınların siyasal ve toplumsal yaşama etkin katılımları oldu. Bu sizin için şaşırtıcı mıydı? Devrim öncesinde Rojava’nın bunun için ne türden bir birikimi vardı? Buna ek olarak, kadınların siyasal ve toplumsal yaşama etkin katılımı için kantonlar ne türden siyasal kurumları ve mekanizmaları oluşturmayı hedefliyor?

Ehmed: Devrimimiz aynı zamanda bir kadın devrimidir. Hareketimizin yarısı kadınlardan oluşmaktadır. Hareket içinde olmayan kadınların eğitimlerini ve siyasal çalışmalara katılımını da kadınlar üstlenmiştir. Her kurumumuzda ve meclislerimizde yüzde kırktan az olmayacak bir kadın kotası zorunluluğu var. Toplamın en az yüzde kırkı kadın olmalıdır. Her kurumumuzda, bir kadın ve erkekten oluşan eş başkanlık sistemi bulunmaktadır. Aslında kantonların ilanından önce de bu sisteme göre çalışmış ve belirli bir altyapıyı oluşturmuştuk. PYD ise, ilk kurulduğu andan itibaren bu tür çalışmalara başlamıştı.

Kadınlar sadece siyasi konularda değil askeri konularda da etkindir. Bütün kurumların kapıları açıktır onlara. Bu konuda Öcalan’ın fikirlerine bağlıyız. Onun görüşleri bize yol açmaktadır.
   
Müslim: Sizin söz ettiğiniz yeniliğin dışında şunu da eklemek gerekiyor. Bu kolay olmamıştır, burada şöyle bir zorluğumuz da var. Kadınların boyun eğdiği erkek egemen zihniyeti sadece erkekler üzerinde değil kadınlar üzerinde de geçerli. Yılların getirdiği bir süreç söz konusu. Bunları aşmak kolay değil… 
 
Şu anda Kantonların ekonomileri ne durumda? Temel hizmetleri yerine getiren kurumların ve bu kurumların çalışanlarının gelirleri nasıl sağlanıyor? Özerklikten bu yana nasıl bir ekonomik model geliştirmeyi amaçlıyorsunuz?

Ehmed: Bildiğiniz gibi Cizîre bölgesinde petrol var. Bu petrolün 1300 kuyusu bizim elimizde. Ama hepsini çalıştıramıyoruz çünkü IŞİD kimi yerlerde petrol borularını tahrip etmiş durumda. Bu borular tahrip edilmeden önce rafineri bölgelerine petrol gönderiliyordu. Petrolü Suriye’deki insanlara ve devlete satıyoruz. Ayrıca bölge tarım bakımından da zengindir, bilhassa buğday. Savaş koşullarında halkın ekonomik durumu zor olmasına rağmen hala kendimize yetebilecek bir durumu sağlayabiliyoruz.

Kamu ve asayiş görevlilerine maaşlarını biz ödüyoruz. Kimileri özerkliği küçümsüyor. Fakat biz özerklik fikrine uygun bir konfederal örgütlenmeyi benimsiyoruz. Ekonomi bakımından da her bölgenin kendine yetebileceği bir düzenleme söz konusudur. Merkezin hiyerarşik gücünün bölgeler arasında dağıtılabileceği bir konfederal düzenlemeyi gerçekleştirmek istiyoruz. Bu konfederal yapının devlete bağlı bir oluşumdan ziyade parti, kurum, grup ve azınlıklar arasındaki bir ortaklık esasınca belirlenmesini istiyoruz.

Müslim: Başlangıçtayız, her şey karmakarışık şu anda. Ne eski ekonomik sistemden kurtulmuşuz ne de yenisini kurabilmişiz. Ama bizim öngördüğümüz bir sistem var, o da toplumsal üretim. İnsanların kendi ihtiyaçlarını karşılamaları için toplu halde üretim de olabilir. Bunu henüz uygulamaya geçiremedik. Biliyorsunuz savaş şartları malum ve bizim üzerimizde bir ambargo var.

Merkezi hükümetin bölgeden çekilmesinden beri eğitim sistemi nasıl işliyor? Hangi eğitim kurumları açık durumdadır? Anayasada belirtilen çok dilli eğitim modeli uygulanmaya başlandı mı?

Ehmed: Rejim dönemdeki okullar hala çalışıyor. Bunları yavaş yavaş dönüştürmeye çalışıyoruz. Bir anda değiştiremeyiz, yeni sistemin nasıl olacağı sorununun yanında bir de yeni sistemin halk tarafından benimsenmesi sorunu var. Öte yandan, pratik nedenler bakımında da eğitimin hepsini şu anda devletin elinden alamayız. İnsanların aldıkları diplomaların diğer devletler tarafından kabulü söz konusu. Bütünüyle bize ait okullarda bu haklarını kaybederler. Bizim vereceğimiz diplomaları diğer devletler tanımayacaklar mesela. Rejimin okulları yanında bizim de açtığımız okullar var. Bizim bölgemizde açık olan rejimin kimi okullarında, öğretilmek üzere programa Kürdçe ve Süryanice dillerini de koyduk. İlkokul birinci sınıftan altıncı sınıfa kadar, Latin alfabesinde kitaplar hazırlanmaktadır. İlk üç sınıf için 65 bin kitap basıldı. Sonraki üç sınıf için de kitaplar basıma hazırlanıyor. Bu kitapların basımları Kuzey Kürdistan’da yapılıyor.

Üniversitedeyse eğitim dilinin Arapça, Süryanice ve Kürdçe olmasına karar verildi. Çıkardığımız her belge bu üç dilde basılmaktadır. Herkes kendi dilinde eğitim görme hakkına sahiptir ve bu üç dil haricindeki diğer diller için de aynı hak söz konusudur. 
 
Müslim:Şimdi eski düzen hala geçerli. Şöyle bir değişiklik oldu. Kürdçe ve Süryanice eğitim verilmeye başlandı, biliyorsunuz Arapça zaten okutuluyordu. Önümüzdeki zamanda matematik ve fizik dersleri de Kürdçe ve Süryanice verilebilir. Hala eski sistemden bahsedebiliriz, çünkü süre çok azdır, bunu uygulamak için zamana ihtiyaç var.

PYD’nin Rojava’daki sistem içinde yeri ve ağırlığı hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Ehmed: PYD Rojava’daki partilerden biridir. Kantonların yönetiminde sadece PYD değil pek çok parti bulunmaktadır. Bir parti tarafından bir öneri sunulur ve bu da meclis tarafından tartışılır. Bir öneri diyoruz çünkü diğer partilerin de öneri getirmeleri söz konusu olmakta ve bu aynı şekilde tartışılmaktadır. Bugün kabul edilen önerilerin hepsi PYD’nin değildir fakat bu öneriler PYD’ye atfedilmektedir. Mesela bizim meclisimiz on partiden oluşmaktadır.

PYD’nin temel özelliği, kitle partisi olmasıdır. Her yerde örgütlenmiş durumda olup geniş bir ağı mevcuttur. Suriye’deki iç savaş başladığında bu yeni döneme bakışı ve olayları yorumlayışıyla diğer partilerden ayrılmıştır. Örneğin diğer muhalif partiler, Esad’ın birkaç gün içinde devrileceğini düşünüyorlardı. Erdoğan da Obama da bunu söylüyorlardı. PYD ise, bu savaşın uzun süreceğini ileri sürüyordu. Bu nedenle, bu ateşten uzak durulmalıydı. Buna üçüncü bir yol da diyebilirsiniz. Sonra yavaş yavaş diğer partiler de bu görüşün doğruluğuna inanmaya başladılar. Öngördüğümüz bu yol sayesinde hem Rojava bölgesini hem de Kürdleri ayrı bir siyasi güç olarak sahneye çıkarabildik. Bu üçüncü yolla PYD halklaştı, bir kitle partisi olabildi. PYD’nin siyasi projesi ise, şu anda uyguladığı ve hatları az çok ortaya çıkan demokratik özerkliktir.

PYD’nin fikri ve düşüncesi, halklara yaklaşımı ulusalcı değildir. Her halktan bireyler partiye üye olabilmektedir. Kimi Kürd partilerinde Araplar ve Hıristiyanlar bulunmaz veya tersi durum geçerlidir. Öte yandan kimi partilerde kadınlar üye değildir. Daha önce söylediğim gibi bizim her kurumumuzda kadınlar en az yüzde kırkla yer almak zorundadır. Biz demokrasinin esaslarını uygulamaya çalışıyoruz.
 
Hem kantonların ilanında hem de genel olarak Rojava’daki siyasal sürecin inşasında YPG’nin rolü ve konumu hakkında bize neler söylemek istersiniz? 

Ehmed: YPG’nin savaşçıları veya üyeleri PYD’ye bağlı değiller. YPG’nin içinde partili veya partisiz pek çok insan var. YPG’de askeri işlere bakanlar siyasi işlerle ilgilenmezler.

Televizyon, gazete ve internetten az çok kimi bilgiler edinebiliyoruz fakat bir de sizden öğrenmek isteriz. Rojava’da, bu savaş ve çatışma koşullarında, gündelik hayatın akışı ve işleyişi nasıl? Örneğin su ve elektrik gibi en temel hizmetler sağlanabiliyor mu?

Müslim: Eski sitemden kopmuş değiliz, elektrik sistemi ve su eski merkezi yapıya bağlı. Zaman zaman var, Efrîn’de ayrı yeni bir su şebekesi oluşturuldu. Kobanê’deki pompalama sistemleri IŞİD’in elinde, altı aydan beridir suyu kestikleri için su yok, barajdan gelen elektrik de yok, çoğu zaman jeneratörle sağlıyoruz, suyu ise kuyularla sağlıyoruz.
  
Kürdistan bölgesinin diğer parçalarındaki siyasal partiler ve hareketlerle geliştirdiğiniz ilişkiler ve ortaya çıkan kimi gerilimler hakkında neler söyleyebilirsiniz? Hem genel olarak Rojava kantonları hem de PYD olarak Kürdistan için nasıl bir siyaset tasarımınız var?
  
Ehmed:Şimdi Rojava’da iki ayrı meclis vardı. Suriye Kürd Ulusal Meclisi ve bizim kurduğumuz Rojava Halk Meclisi vardı. Suriye Kürd Ulusal Meclisi’nin içinde on beş parti, on bağımsız kişi ve ayrıca kimi gençler vardı. Bizim meclisimizde ise, pek çok kurum ve kişi vardı. Suriye Kürd Ulusal Meclisi, Barzani’ye yakın bir siyasi çizgi izlemekteydiler, biz ise Öcalan’a. 2012’de iki meclis olarak Erbil’de bir araya geldik. Barzani’nin arabuluculuğunda Erbil Sözleşmesi adında bir sözleşme imzaladık. On kişilik bir yönetim kuruldu, meclisler beşer üyeyle katıldılar buna. Bu on kişilik yönetimde ben de vardım. Şunda anlaştık: YPG, Asayiş Komitesi ve diğer kurumlarda ortak bir yönetim.

Fakat bu meclislerin Suriye’ye bakışları farklıydı. Biz kendi topraklarımızda kurulacak bir oluşumdan ve Suriye’deki iç savaşın taraflarından uzak durmaktan yanaydık. Onlar ise Suriye Devrimi dedikleri oluşumun bir parçası olmak, savaşa girmek istiyorlardı. Üstelik askeri güçleri de yoktu. Bu durumda olacak şey, Suriye muhalif güçlerinin bizim bölgelerimizde de bütün hâkimiyeti ele geçirmesi olacaktı. Nasıl ki, Suriye’nin diğer bölgeleri darmadağın olmuşsa, bizim bölgelerimiz de öyle olacaktı. Biz ise Özgür Suriye Ordusu’nu kendi bölgemize sokmak istemiyorduk. Onlar ise ısrarla Özgür Suriye Ordusu’nu bölgeye çağırıyorlardı. Özgür Suriye Ordusu’yla birlikte rejime saldırmak istiyorlardı. Bu çağrının halk tarafından kabul görmesi halinde bölge için ölümcül sonuçlar ortaya çıkacaktı.

Bizim kararımız, kendi bölgemizi inşa etmek ve kendimizi korumak için silahlanmak yönündeydi. Bölgemize girmek isteyenlere karşı silahlarımızı elde tutacaktık. Bütünüyle kendi özgücümüze dayanmak esas ilkemizdi. Şam Rejimine karışmayacağız ama eğer bize saldırırsa o zaman karşılık vereceğiz. Şimdi de İstanbul’a yerleşmiş bulunan Suriye muhalefetiyle çalışıyorlar. Bizim Meclisimiz güçlendi, onlar ise gitgide zayıfladı. Bu Meclis’ten kopan kimi gruplar da sonradan bizim Meclise katıldılar. Böylece siyaseten inisiyatifsiz kaldılar, Meclislerini dahi toplayamıyorlar. Meclislerinin güçlü olduğu yeri de IŞİD ellerinden aldı. Bu nedenle bölgede kuvvetleri kalmadı. Adları var fakat herhangi bir etkinlik için güçleri yok.
          
Müslim:Şimdi diğer parçalarla ilişkilerimiz iyi. Hatta Güney’deki yönetimle YNK ve Goran’la ilişkilerimiz iyi. Bir tek KDP’nin hendek kazması yanlış bir şey. KDP orada güçlü olduğu için hendek kazdılar, bu yanlışı düzelteceklerini umuyorum. KDP buraya da hâkim olmak istiyor, ama buna bizim itirazımız var. Bundan dolayı bir sıkıntı var.

Yapılan Sözleşme gereği Mayıs ayında seçim yapılacaktı, bu konuda son durum nedir?

Ehmed: Meclis olarak toplandık ve ittifakla seçimleri erteleme kararı aldık. Hazırlıklarımızı tamamlayana kadar dört ay daha erteledik. Savaştan dolayı koşulları sağlayamıyoruz, haliyle hazırlıklarımız da eksik kalıyor. Bu nedenle böyle bir karar aldık.

Son olarak eklemek istediğiniz herhangi bir şey var mı?

Ehmed: Bugün Özgürlük ve Devrim Rojava’da yükseliyor. Suriye’nin gerçek devrimi burada. Ortadoğu’da yeni bir deneyimdir bu. Bölgemizdeki halkların zenginliğini bu deneyimde bir araya getirmeye çalışıyoruz, bu nedenle de farklı halklar bu deneyimi desteklemelidir. Bölge köklü bir dönüşümden geçiyor. Vahşi ve kanlı güçler, uzun sürecek bir savaşı bölgeye dayatıyorlar. Devrimci ve demokrat güçler birbirlerini desteklemeliler. Bu süreçte, Kürd siyasetini ve varlığını da öne çıkarmak istiyoruz. Bu ağır tablonun içinde Kürdler için büyük bir fırsat da ortaya çıkmıştır. Fakat çok dar bir çerçeve içinde düşünmüyoruz bunu. Eğer Rojava’daki bu oluşum ortadan kaldırılırsa, bütün bölge felaket getirici bir sarmalın içine girecek. Çünkü geriye kalan şey, Şiiler ve Sünniler arasındaki mezhep savaşı ve diğer ülkeler için silah satacakları bir savaş olacaktır. Bu nedenle, eksiklikleri ve yanlışlıklarıyla birlikte Rojava Devrimi büyük bir deneyimdir.
 
Müslim: Rojava araştırmacılar için bir demokrasi örneğidir. Buradaki oluşum, Mezopotamya’nın özelliklerine uygundur ve bir demokrasi öncülüğüdür. Demokrasi fikrini ve Mezopotamya’nın yerel özgünlüğünü birleştirmesi açısından dikkat çekicidir. Bu oluşumla ilgilenenler bu özellikleri de göz önünde bulundurarak buradaki deneyimle ilgilenmelidirler.  


     

Mark Neocleous'la Söyleşi [6. Sayı]

$
0
0



Sırrın Tadına Varmak:
 Mark Neocleous’la Söyleşi

Gülden Özcan & Ersin Vedat Elgür


KAMPFPLATZ: Sevgili Mark, çalışmalarınızla ilgili detaylara girmeden önce, sizin bir kurum olarak üniversite ve günümüzde akademisyenlerin siyasetle kurdukları ilişki hakkındaki fikirlerinizi öğrenmek isteriz. Devleti Tahayyül Etmek[1] [Imagining the State] adlı kitabınızın hemen başında, polemik tarzı kitapların ve makalelerin azaldığından ve aslında neredeyse görünmez kılındıklarından bahsediyor ve bunu kapitalist bağlamda akademisyenlerin özgüvenlerini ortadan kaldıran akademik araştırma ve değerlendirme pratiklerine bağlıyorsunuz. Kendi çalışmalarınızdaysa genel olarak, kapitalist kültürün tahakkümü altındaki akademik dünyada, bir bakıma polemik metinler üretme hakkını yeniden talep ediyorsunuz. Bu hakkı yeniden talep etmekle kalmayıp, Devleti Tahayyül EtmekToplumsal Düzenin İnşası[2] [The Fabrication of Social Order], Güvenliğin Eleştirisi[3] [Critique of Security] ve son olarak, belki de en ihtilaflı olanı, derlediğiniz Anti-Güvenlik[4] [Anti-Security] kitaplarını yazarak bu hakkı uygulamaya da geçiriyorsunuz. Bu çalışmalarınızda bir yandan, siyaset bilimi disiplininin devlet, hukuk, faşizm ve sivil toplum gibi geleneksel konularıyla uğraşırken; öte yandan, yeni, ya da daha doğru bir ifadeyle, sadece belirli disiplinlerin uğraştıkları, polis iktidarı, güvenlik, canavarlık ve ölüler, pasivizasyon gibi terimleri siyaset bilimi alanına tanıtıyorsunuz. Hem akademide olup hem de bu tür eserleri üretmenin getirdiği tecrübeleri bize aktarabilir misiniz? Yanı sıra, Kampfplatz da polemiklere yer açmayı (bunun derginin isminden anlaşılacağını umuyoruz) ve böylece akademik ritüellere mesafeli duran bir yayın politikasına sahip olmayı amaçlıyor. Sizce, bilgi üretim sürecinde akademinin dışında durmak mümkün mü? Ya da bilgi üretim sürecini akademi dışında kurumsallaştırmak mümkün mü? Bu tür bir etkinliğin mekânı neresi olur: Bağımsız dergiler mi, akademi benzeri bağımsız kurumlar mı ya da mesela halk kütüphaneleri mi?

Mark Neocleous: Radikal bir eser üretmeye çalışan herkes için akademinin tam da merkezinde bir gerginlik vardır. Bir yandan, düşünmek, okumak, tartışmak ve yazmak için zamana ve mekâna ihtiyacımız var ve akademi, bunları yapmaya çalışan herkes için hâlâ iyi bir yer. Bir ücretli emek biçimi olarak akademisyenlik—ve her şey bir yana akademisyenliğin, bir ücretli emek biçimi olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız—dünyadaki neredeyse diğer bütün işlere kıyasla daha fazla özerkliğe alan açar: Akademisyen olmak, diğer ücretli işçilerin her gün karşılaştıkları türden büyük ölçekli disiplinden kaçabilmemizi sağlar. Öte yandan,  akademi tamamen farklı bir şekilde “disipline edilmiş” bir yerdir: Bizleri disipline etme amacını taşıyan disiplinlerin hâkimiyeti altında olan bir yer. Disiplini bu disiplinler uygular. Bu, akademide radikal düşüncenin gelişimi açısından büyük bir sorun teşkil eder.

Marx’ın, üniversite birinci sınıf öğrencilerine kendi disiplinlerindeki yaklaşımlardan biri olarak nasıl anlatıldığını bir düşünün. Marx’ın bir “sosyolog” olduğu ve eksik kaldığı öğretilir; Marx’ın “siyaseti anlamak için [bir] yöntem” önerdiği ve eksik kaldığı öğretilir; Marx’ın bir “tarihsel yaklaşım” sunduğu ve eksik kaldığı öğretilir ve bu böyle devam eder. Pek tabii ki, Marx’ın bu alanların hepsinde eksik kaldığının düşünülmesi şaşırtıcı değil; zira Marx, bu söylenenlerden herhangi biri olmayı hiç amaçlamamıştır. Ama üniversite, bizi bunlardan biri olmamız için eğitmeyi amaçlar.  Bu durumda, Marx’ın toplumsal bütünlüğü kavrama çabası, bizâtihi Üniversite fikrinin karşısında durur. Çünkü üniversite, bütün üzerine değil bütünün parçalarından sadece biri üzerine düşünmemizi ister: Siyaset, tarih, iktisat, hukuk vb. Marx’ın amacı, 1844’te belirttiği gibi, “mevcudun topyekûn, acımasızca eleştirisi”ni üretmektir. Marx’ın metinlerinin oldukça büyük bir kısmında “eleştiri” teriminin başlıkta ya da alt-başlıklarda bulunmasının nedeni budur: Hegel’in hukuk felsefesinin eleştirisi ya da 1840’larda eleştirel eleştirinin eleştirisi, Kapital’deki ekonomi politik eleştirisi, Gotha Programı’nın eleştirisi. Ancak, mevcudun topyekûn acımasızca eleştirisinin gerçekleştiği alan olmak, Üniversite’nin en son isteyeceği şeydir. Üniversite, eleştiri de istemez bütünü incelemeyi de istemez.

Bütün bunlar, Marx’ın neden hiçbir zaman bir akademisyen olamadığını açıklayabilir. Fakat belki de aynı noktayı başka türlü düşünebiliriz. Söz gelimi, akademisyen olabilen ve bunu disiplinin kendisine dayatılmasıyla yapan birinin hikâyesini kısaca hatırlayarak bu nokta üzerine düşünebiliriz. Max Weber’den söz ediyorum. Weber radikal değildir—aslında tam da aksidir—ancak Weber’in tecrübesi, radikallerin uğraşması gereken sorunun emarelerini gösterir niteliktedir. Weber’in biyografisini bir düşünün: Ortaçağ ticaret şirketleri ve onların yasal prensipleri üzerine bir doktora tezi yazar. Daha sonra Roma’daki kırsal tarih ve Roma hukuku üzerine çalışır. Sonra da Baroya girmek için eğitim almaya başlar ama aynı zamanda Berlin’de hukuk dersleri veriyordur. 1894’te Freiburg’da Siyasal Ekonomi Bölüm Başkanlığı’na getirilir ve birkaç yıl sonra da Heidelberg’de Siyaset Bilimi Bölümü’ne geçer. Kırsal tarih üzerine biraz daha yazar ve sonra Protestan ahlakı üzerine bir çalışma yapar. Bu noktada, kişisel sağlık sorunları, kariyerinde tökezlemelere ve yalpalamalara yol açar, belli bir süre olduğu yerde kalmasına neden olur. Uzun zaman geçip 1918’de hastalıkları iyileştikten sonra, Viyana’da Siyasal Ekonomi bölüm başkanı olur. 1918’de Munich’te yaptığı ve “bilimi bir meslek” olarak adlandırdığı bir konuşmada kendisini nasıl tanımladığına dikkat edin. Konuşmasına, “biz siyasal ekonomiciler” diyerek başlar. Ölümünden hemen önce bile, Weber kendisini hâlâ bir Ekonomi Profesörü olarak görüyordu.

Öyleyse elimizde ne var? Kırsal tarihi, hukuku ve siyasal ekonomiyi kapsayan bir biyografi var. “Sosyolog” kelimesini bir kez bile kullanmadan Weber’in yaşamının büyük bir kısmını anlatan bir öykü var. Peki, öyleyse birinci sınıfa başlamış her sosyal bilimler öğrencisinin Weber’le ilgili öğrendiği “resmi bilgi” nedir? Weber’in bir sosyolog olduğudur. Weber, bir sosyolog olarak tanımlanır; hatta kendisinin hukuk, siyasal ekonomi, tarih, siyaset alanlarında çalışmış olduğu gerçeğine bakılmaksızın, sosyoloji disiplini tarafından Azizler listesine alınır—Weber, sosyolojinin Aziz Max’ıdır. Büyük ihtimalle Weber’in kendisi bu durumu olduğu hâliyle kabul ederdi: Disipliner pratik içerisinde yer alan sınıflandırma iktidarının bir ürünü olarak. İşte, üniversite sisteminin bizi etiketleyen, eğiten, başka bir disiplin yerine belirli bir disiplin içerisinde şekillendiren, bizi o veya bu disiplinin Profesörü yapan ve böylece aslında kurtulmaya çalışmamız gereken o şeyi içselleştirmemizi sağlayan tam da bu pratiktir.

Weber’in kariyeri, bizim şimdi sorgulamaksızın verili aldığımız ama on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında ve yirminci yüzyılın ilk yıllarında bir yerlerde, tam anlamıyla yerleşen disipliner sistemin pekiştirildiği zamana denk gelir. Akademik disiplinler, aşağı yukarı 1870’ten Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede gelişen modern üniversitenin bir ürünüdür. Sadece ABD’de ilk profesyonel disipliner derneklerin kurulduğu tarihlere bakmak yeterli: Amerikan Tarih Derneği 1884’te, Amerikan Ekonomi Derneği 1885’te, Amerikan Felsefe Derneği 1900’de, Amerikan Siyaset Bilimi Derneği 1903’te kuruldu. Bu tarihler, disipliner ayrımlara yanıt veren ve onları pekiştiren bir idare sistemi olarak bölümler sisteminin oluşması ve yerleşmesiyle de çakışır ve ilişkilenir. Böylece hem modern üniversitenin yükselişi hem de modern akademik disiplinlerin ortaya çıkışı, disiplinerliğin “profesyonelleşmesi” fenomeninin bir parçası oldu. Weber’in sosyoloji disiplini içerisinde çok köklü olmasının nedenlerinden biri, bürokratik disiplinin demir kafesi üzerine yaptığı çalışmadır ve fakat burada ironik olan, çalışmaya nüfuz eden şeylerden birinin Weber’in bu demir kafese karşı çalışmayı amaçlarken aynı zamanda onun içerisinde varolma zorunluluğunun insanları nasıl tahrip ettiğine yönelik görüşleridir. Disiplin makinesinin hem içinde hem de ona karşı olmak, olmaktan hoşlanacağımız bir yer değildir; Weber gerçekten de bunun insanı tahrip edebileceğini düşünüyordu.

Peki, bu en çok kimleri tahrip eder? Radikal çalışmalar üretme çabasındaki herkesi. Bütün bir sistem, radikal entelektüel emeğe karşı blokaj olacak şekilde tasarlanmış. Althusser olsa, evet, tam da bu nedenle eğitim, devletin en önemli ideolojik aygıtıdır, derdi. Belki de bunu biraz farklı bir şekilde ortaya koyup, Üniversite sistemi, entelektüelleri pasivize etmek için tasarlanmıştır, diyebiliriz. Foucault’yu okuduktan sonra, artık biliyoruz ki, “disiplin” bir bilgi ya da öğreti dalına ama aynı zamanda da talim ve terbiyeye tekabül ediyor: Oto-kontrol ve dışsal kontrol, itaat yöntemleri, otoritenin komutları olarak emirler ve iktidar yapıları olarak emirler. Disiplinler, kendi alanlarında bilginin üretimini tekelleştirirler ve böylece fikirlerin ve argümanların üreticilerini disipline ederler. Bunun sonucu olarak da “disiplinler” fikrini disipline ederler. Disiplinler her zaman, belirli bir disipliner grubun iktidar yapısı içerisindeki liderler tarafından oluşturulmuş kuralların takipçisidir; fakat aynı liderler aynı zamanda disiplini de sağlamlaştırırlar. Disiplin makinesinin, yani modern Üniversitenin, hem içerisinde hem de ona karşı bir radikal olmayla ilgili mesele, kişinin bu mücadeleyi her zaman vereceği gerçeğinde somutlanır. Sözünü ettiğiniz “polemikler”, disipliner normları ekseriyetle sekteye uğrattıkları için polemiktirler. Ve daha büyük bir mesele, güçlü ve polemik çalışmalar üretebilecek birçok radikalin, kendi disiplinleri içerisinde ve kendi disiplinleri için ilginç olmayan şeyler üretiyor olmasıdır. Disiplinin verdiği dersler alındı, yinelendi ve yeniden yinelendi. Açıkçası, bu oyunu oynamakta başarısız olmak, bir disiplinin parçası olmakta başarısız olmak ve o disiplinin disipline edici normlarını pekiştirmekte başarısız olmak, cezalandırılmaya götürüyor. Eee peki, birçok akademisyenin en çok korktuğu şey nedir? Disiplinin grubundan sürülmek ve bununla beraber disiplinle tanımlanan kimliklerinden olmak.

Bu bakımdan, Kampfplatz gibi bağımsız kuruluşlar, radikal ve polemik çalışmalar için çok önemli. Bildiğiniz gibi, ben de Radical Philosophy [Radikal Felsefe] dergisinin Editörler Kolektifinin bir parçasıyım ve biz de aynı şeyi yapmayı amaçlıyoruz. Dergi, 1970’lerin başında Britanya üniversitelerindeki steril, apolitik, analitik felsefe eğitimine karşı bir polemik olarak kuruldu. Böylece, dergi, felsefeyi her zaman bir savaş alanı olarak ele almaya niyet etti, tabii aynı zamanda, siyasal savaşların da verileceği bir alan olarak. Fakat şunu da ifade etmeliyim ki, bu bir mücadele, tam da az önce sözünü ettiğim nedenlerden ötürü. Zira, bir çok yazar başka insanları üzme ihtimalleri nedeniyle polemik olmaktan geri duruyor ve aynı zamanda bir çok akademisyen, işverenlerini tatmin eden ve kariyerlerini ilerletmelerine yardımcı olan belirli bir yayınlama monotonluğuna yenik düşüyor. Hiç şüphesiz bu, bağımsız dergilerin sayısının düşüşte olmasının, kendilerini fahiş fiyatlarla üniversitelere dergi satan şirketleşmiş büyük yayınevlerine satmalarının nedenlerinden biridir. Bu da Kampfplatz için işlerin ne kadar zor olduğuna dair bir uyarı olsun. Size bol şans diliyorum.

KAMPFPLATZ: Teşekkürler! Çalışmalarınızda, ama özellikle de Sivil Toplumu Yönetmek[5] [Administering Civil Societyve Toplumsal Düzenin İnşası kitaplarınızda, devleti kendi başına göreli olarak özerk bir özne olarak düşünmenin, bir dizi idari pratiğin ve düzen kurma taktiklerinin yeniden üretimini daha iyi anlamamıza yardımcı olacağını belirtiyorsunuz. Bu süreçte devlet, rızayı üretmek için birçok aracı kuruma ihtiyaç duyuyor. Fakat sonraki çalışmalarınızda, daha çok “güvenlik” kavramına ve “güvenlik aygıtları”na odaklanıyorsunuz. Bunun nedeni, yakın gelecekte devlet iktidarının (ve ona karşı mücadelenin) rızadan ziyade şiddeti merkez alacağını düşünmeniz olabilir mi?

Mark Neocleous: Hayır, pek öyle değil. Devlet iktidarı, hem şiddet hem de rıza terimleriyle ve rızanın imalatının şiddetin uygulanmasıyla nasıl el ele gittiğiyle anlaşılmalıdır. Bu ikisini birbirinden ayırmanın yararlı olacağını sanmıyorum; ama tabii, analitik amaçlarla bu tür bir ayrımın yapılması zaman zaman gerekli olabiliyor. Bir örnek vermek gerekirse, ordu ve polis arasındaki ayrımla ilgili bir mit vardır ve bu mit, ordunun bir şekilde şiddetle, polisin ise bir şekilde rızayla alakadar olduğunu öne sürer. Bu tür bir ayrımla başlamak çok büyük bir hatadır. Bana göre, odaklandığım kavramların tamamı şiddet ve rızanın birleşik iktidarını içeriyor. Söz gelimi, güvenliğin mantığını düşünün. Güvenlik adına işkence edilen, sakat bırakılan ve öldürülen insanların sayısıyla işe başlarsanız, büyük ihtimalle saymayı hiçbir zaman bitiremezsiniz. Ama “hepimizin tek istediği “güvenlik”” fikrinde yer alan rızanın imalatı meselesini de düşünmeniz gerekiyor.

KAMPFPLATZ:  Ama hiç kuşkusuz çalışmalarınızda rızadan şiddete doğru bir dalgalanma var.

Mark Neocleous: Haklı olabilirsiniz. Ya da belki de dalgalanmadan ziyade yıllar içinde, çalışmalarım geliştikçe oluşan daha doğrudan bir ilerleme var. Şiddet meselesinin merkezden çok uzakta olduğu Sivil Toplumu Yönetmek kitabımla polis iktidarının şiddetinin biraz daha merkeze yaklaştığı ama hâlâ burjuva düzeninin ve öznelliğinin kuruluşunun daha geniş rejimi içerisine yerleştirildiği Toplumsal Düzenin İnşası kitabım arasındaki çizginin izi sürülebilir. Geçmişe bakınca, o kitapta şiddeti daha fazla seslendirmek için gerçekten de daha fazla uğraşmam gerekirmiş diye düşünüyorum.  Güvenliğin Eleştirisi’nde ise bunu biraz daha fazla yapıyorum—bildiğiniz üzere, o kitapta “altı milyon”a polemik yaratan bir referans var[6] Şimdi, Savaş İktidarı, Polis İktidarı adlı son kitabımda (şu anda Türkçe’ye çevriliyor) sanırım şiddet, sahnenin ortasında yer alıyor.[7] Kitabın başlığından da anlaşıldığı gibi, polis iktidarı, savaş iktidarının açıktan açığa, çok daha görünür olan şiddetiyle gerçekten yakından ilişkili. Fakat buradaki temel mesele, devlet şiddetinin nereye gittiği hakkındaki düşüncelerimle pek de ilgili değil. Zira, bu konu, çalışmalarımda devlete ilişkin argümanlarımı belirginleştirmeye çabaladıkça ortaya çıkan bir gelişmedir.

KAMPFPLATZ: Çalışmalarınızın evrenini, devlet, güvenlik (ve aygıtları), sivil toplum ve hukuk oluşturuyor. Bu kavramların işaret ettiği kurumsal yapılardaki değişiklikler ve bu kavramların birbirleriyle ilişki tarzındaki değişiklikler elbette ki, sivil toplumun örgütlenmesindeki yapısal değişimlere tekabül ediyor. Günümüzde, kapitalizmin örgütlenişinde, yapısal değişiklikler gözlemliyor musunuz? Ve eğer böyle değişiklikler varsa, bu durum, sivil toplumun örgütlenmesini ve idaresini nasıl etkiliyor? Hem kapitalizmdeki hem de sivil toplumdaki bu tür değişikliklerin differentia specificası nedir?

Mark Neocleous: Bu, büyük oranda günümüzdeki değişimleri hangi zamanla kıyasladığınıza bağlı. Şu anda, en mühim gerçeklik, sermayenin belirli bir sektörü tarafından dayatılan felaketin bedelini işçi sınıfına ödeten “kemer sıkma” önlemleri zamanının içerisinden geçiyor olmamızdır. Batı kapitalizmi bu krizden kurtulmaya çabalarken, kamu harcamalarında yapılan kesintiler, işçi sınıfının yaşam standartlarına en büyük darbeyi vuruyor. Bu kadarını söyleyebilmek için her şey açıkça ortada. Bu durum, siyasal idarenin temel idare etme biçimlerinde önemli vites değişikliklerinin yapılmasını kolaylaştırdı. Son birkaç yıl içerisinde, bunların en etkilisi, sosyal refah alanında olagelen başlıca dönüşümlerdi. Sosyal refah sisteminin ne ölçüde ücretli emeği yeniden üretmek üzere tasarlandığı, daha önce hiç olmadığı kadar açık bir şekilde ortaya çıktı. Yönetici sınıfın kapitalizmin karşı karşıya kaldığı sözde olağanüstü duruma bağlı olarak, temel gereklilik olarak tanımladığı kamu harcamalarında kesintiye gitme maskesi altında, sosyal refahın merkezine aldığı mantık, açığa çıkmış oldu. Sosyal refah, önceleri ihtiyaçlar dilinde gizlenmişken, şimdilerde açıktan açığa ücretli emeği, ama tabii düşük ücretli emeği, yeniden üretmenin bir mekanizması olarak tartışılıyor. Diğer bir deyişle, siyasal idareyi oluşturan zeminin merkezindeki tahtalardan biri olan sosyal refah sistemi, sermayenin gelgitlerine bağlı olarak vites değiştirmiş oldu. Ama aynı zamanda, biliyoruz ki, sermaye, siyasal idaredeki vites değişiklikleriyle yenilenmeyi de iyi becerir.

KAMPFPLATZ: Olağanüstü hâlden söz açılmışken, olağanüstü hâli bir tür istisna olarak tanımlayan liberal ve muhafazakâr iddialar karşısında siz, olağanüstü hâlin sürekliliği hakkında yazıyorsunuz. Türkiye siyasal tarihi düşünüldüğünde, sizin bu tanımlamanızın doğruluğunun kanıtlandığı görülüyor. Zira, burada bir dizi sıkı yönetim ve olağanüstü hâl ilanına ve bu hâllerin sıkı yönetim ve olağanüstü hâl resmî olarak ortadan kalktıktan sonra bile normalleştiğine ve devam ettiğine şahit oluyoruz. Fakat şu anda, bu kanıtların kişisel ve hep daha fazla iktidar için çabalayan sözde bir karizmatik lider kavramsallaştırması altında gizlenmesine de şahit oluyoruz. Çok zaman kurmaca analizlerin ve böylesi kişiselleştirmelerin gizleyici rolüne karşı duran bir disiplin olarak siyasal ekonominin eleştirisinin rolü sizce nedir? Siyasal ekonominin eleştirisi profesörü olarak (aslında bu unvana sahip tek profesör olarak) sosyal bilimler altında listelenen farklı disiplinlerin siyasal ekonominin eleştirisi disipliniyle (olası) ilişkilerinin tarzı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Mark Neocleous: Öncelikle, siyasal ekonominin eleştirisini bir “disiplin” olarak adlandırmanıza karşı çıkmam gerekiyor. Söyleşinin başında da söylediğim gibi, evrenin disipline edilmesiyle ilgili bir derdim var. Siyasal ekonominin eleştirisinin disiplinler karşıtı (anti-disciplinary) olduğu fikrine bağlı kalmak istiyorum. Zira, Marx’ın Kapital’i tam da bu nedenle meta-biçiminden kuşatmalar tarihine hareket edebiliyor ve bu ikisi arasında çokça yol katedebiliyor. Siyasal ekonominin eleştirisi bir yöntemdir, disiplin değil. Ama siyasal ekonominin eleştirisini burjuva dünyasının sırlarının açığa çıkarılması olarak da düşünebiliriz.  Savaş İktidarı, Polis İktidarı kitabımda işaret ettiğim gibi, Marx’ın Kapital’i aslında bir sırlar kitabıdır. Kitap boyunca, Marx’ın sır üzerine sır açığa çıkarttıkça eğlenip güldüğü sürekli hissedilir: Zenginliğin temellerinin sır dolu tarihi, Eski Dünya’nın siyasal ekonomisiyle Yeni Dünya’da keşfedilen sırlar, Roma Cumhuriyeti’nin sırrı, Araplar’ın yönetimi altında İspanya’da gelişen dört başı mamur sanayinin sırrı, yoksullara duyulan burjuva sempatisinin sırrı, işçi sınıfının tembelliğiyle ilgili kapitalist şikâyetin sırrı, meta fetişizminin sırrı. Marx, yönetici sınıfın sırlarını açığa çıkarmayı sever. Hepsinden önemlisi, siyasal ekonominin eleştirisinin amacı, birikimin sırrını açığa çıkarmaktır. Peki, o sır nedir? Sermaye, artı değer sağlamak için sürekli ücretli emeği üretir ve yeniden üretir ve onu idare eder. Peki, bunu nasıl yapar? Devlet ve devletin aygıtlarıyla yapar. Belki de Marx’ın yaklaşımını benimsememiz gerekiyordur. Belki de bu sayede, olağanüstü hâlle ilgili meseleyi başka bir biçimde ortaya koyabiliriz: Olağanüstü hâlin sırrı, hiçbir zaman gerçek anlamda sona ermemesindedir; olağanüstü hâlin sırrı, aslında istisnai olmamasındadır; “normal” hukukun sırrı, kendi içerisinde olağanüstü iktidarları barındırmasındadır.

Bu sizin liderle ilgili sorunuzla nasıl ilişkileniyor? Belki de olağanüstü hâl mantığıyla güçlü lider mantığının neredeyse her zaman nasıl el ele gittiğini düşünmemiz gerekiyor. Bunlar, birbirini besleyen şeyler. Yönetici sınıf kendisine “Bu olağanüstü durumu nasıl çözebiliriz?”, sorusunu soruyor ve bu soruyu “Olağanüstü iktidarı uygulayacak güçlü bir lidere ihtiyacımız var.”, diyerek yanıtlıyor. “Bu istisnai durumdan nasıl çıkarız?” sorusunun cevabı da “İstisnai iktidarı olan güçlü bir lidere ihtiyacımız var.”, oluyor.

KAMPFPLATZ: Güvenliğin Eleştirisi kitabınızın temel argümanını, “liberalizmin anahtar kavramı, özgürlükten çok güvenliktir” vurgusu oluşturuyor. Anladığımız kadarıyla, güvenlik kendi içinde bir nesne olmaktan daha ziyade kapitalizm üzerinde temellenen birikim rejimi ve emeğin denetimi stratejileriyle ilgili. Fakat Güvenliğin Eleştirisi kitabınızda, güvenliğin siyasal ekonomik yönünden çok, depolitize edici bir söylem (ya da ideoloji) olduğuna vurgu yaptığınızı görüyoruz; diğer bir deyişle, vurgu daha çok güvenliğin siyasal bir araç oluşuna yapılıyor. Biz Marxistler sürekli ekonomik altyapının etkilerini anlamaya çalışırken, siyasal alandan gelen müdahalelerin sermaye için açtığı alanı hafife alıyoruz. Altyapı ve üstyapı terimleriyle düşündüğünüzde, sizce devlet, güvenlik ve sermaye arasındaki ilişki nedir? Bu ilişkideki determinasyonun tutarlı bir istikameti var mı?

Mark Neocleous: Bu oldukça karmaşık bir ilişki; zira liberalizmi siyasal bir söylem olarak düşünmek yerine sermayeyi “ekonomik altyapı” terimleriyle düşünecek olursak, güvenlik, bir çelişkiler dizisi olarak ortaya çıkar: Bir yandan, kendi yarattığı güvensizlikler sermayeye iyi gelirken, öte yandan, süreğen bir daha fazla ve daha fazla güvenlik talebi de sermayeye iyi geliyor. Güvenliğin kendisi metalaştırılıyor. Sanırım tutarlı bir istikamet yok ama devlet, güvenlik ve sermaye kendilerine yaraşır bir biçimde sürekli birbirleriyle oyun hâlindeler: Güvenlik hem meta hem de ideoloji olarak işliyor. İşte tam da bu nedenle, şu anda siyasal ekonominin radikal bir eleştirisi için başlangıç noktasının, güvenliğin fetişleştirilmesini ortadan kaldırılması (de-fetishize) olduğunu düşünüyorum. Bunu sadece devlete ve sermayeye karşı savaşmak için değil, aynı zamanda güvenliğin dayatmalarına karşı çıkmak için de böyle yapmamız gerekir. Zira, güvenliğin aklımız ve varoluşumuz üzerindeki dayatmalarını ne kadar kabul edersek,  başka türlü düşünme ve varoluş biçimlerinden—yani daha radikal diğer düşünme ve varoluş biçimlerinden—o kadar vazgeçeriz. Güvenlik söylemine boyun eğdiğimiz ölçüde, gerçekten konuşmamız gereken şeyler hakkında daha az konuşuyor ve bu şeyleri konuşmamız gerektiği şekilde konuşamıyor oluruz. Söz gelimi gıdayı ele alalım. Gıdadan daha temel, daha duygusal, hakkında başkalarıyla konuşmanın daha zevkli olduğu çok az başka ihtiyaç ve etkinlik vardır. Dahası, gıdanın varoluşumuzdaki bu merkeziliği,  bu meselenin yol açtığı devrimlerin ve isyanların tarihinde açığa çıkıyor—on sekizinci yüzyıl İngiltere ve Fransa’sındaki gıda ayaklanmaları ve ekmeğin siyasal ekonomisi, açlık yürüyüşleri, “tuz yürüyüşü” ve liste böyle uzar gider. Temel bir insan ihtiyacı üzerinden şekillenen ve siyasal talepler için de güçlü bir temel oluşturan zengin bir tarih var. Fakat tüm bunların hepsi, şimdilerde “gıda güvenliği” içerisine hapsedilip hükümsüz kılınıyor. Bizler bile gitgide açlıktan çok daha az, gıda güvenliğindense çok daha fazla söz ediyoruz. Bu da demek oluyor ki, aynı ölçüde sömürüden, yabancılaşmadan, baskıdan, nüfuzdan ve savaştan çok daha az söz ediyoruz. Güvenlik hakkında ne kadar çok konuşursak, kurtuluşun maddi temellerinden bir o kadar az konuşuruz; güvenlik fetişini ne kadar çok paylaşırsak, birbirimize bir o kadar yabancılaşır ve bir o kadar devlet iktidarının işleyişine suç ortağı oluruz. Daha da kötüsü, bir kez “gıda güvenliği”nin mesele hâline gelmesine izin verirsek, sonra bu, devletin ve sermayenin olmasını istediği şey hâline gelir: Arz zincirinin güvenliği. “Gıda güvenliği”nde “güvenliği” sağlanan şey, insanlık için sağlıklı yemekler değil, sermayenin sağlığıdır.

KAMPFPLATZ: Bunu derlediğiniz Anti-Güvenlik adlı kitapta da yapmaya çalıştığınızı görüyoruz. Ancak güvenliğin fetişleştirilmesini ortadan kaldırma (de-fetishize) çabanızda, onu yeniden fetişleştirme (re-fetishize) riski de yok mu?

Mark Neocleous: Evet, kesinlikle haklısınız ve bu zaten kitap üzerine çalışırken bazılarımızın üzerine konuştuğu bir mesele. Ve evet, bir yandan, güvenliğin fetişleştirilmesini ortadan kaldırmak için gelin, bunun üzerine konuşmayalım, denilebilir. Öte yandan, güvenlik hakkında sessiz kalmak oldukça zor. Bunu Güvenliğin Eleştirisi kitabım yayınlandıktan sonra farkettim. Kitap yayınlandığından bu yana, güvenliğe “x” yapmaya—ki, buradaki “x” güvenliğe bir çeşit meydan okumaya işaret ediyor—çabalayan Allah bilir kaç tane atölyeye ve konferansa davet edildim: Güvenliği İnsancıllaştırmak, Güvenliğe Meydan Okumak, Güvenliği Demokratikleştirmek, Güvenlikten Bağımsızlaşmak, Güvenliği Bileşenlerine Ayırmak ve bu böyle sürüp gidiyor. Genelde buralarda olan şey, güvenlik üzerine gevezelikten başka bir şey değil. Bir şekilde—“eleştirel güvenlik çalışmaları” yolunda—eleştirel olma arzusundaki bir gevezelik bu; ancak, güvenlik hakkında hep daha fazla sıradanlık etrafında dolanmakla sonuçlanıyor. İşte kaçınmamız gereken de bu! Fakat bunu nasıl yapacağımız sorusunun yanıtı hiç de kolay değil. “Anti-güvenlik” teriminin mahirane bir terim olmadığını biliyorum; kesinlikle benim tercih ettiğim “güvenliğin eleştirisi” terimi kadar mahirane değil. Ancak terimin dolayımsızlığı, diyalektik nüans eksikliğini tamamlıyor. Güvenlik entelektüelleri için, eleştirel olanlar için bile, bir alan sunmuyor. “Anti-güvenlik”, kendisini bir şeye karşı ortaya koyuyor: Bu bir polemik. Bu mücadele içerisinde, savaş alanının, güvenlik hakkında eleştirel olma iddiasında olup aslında güvenlikle ilgili sıradanlıkları devam ettirenlerce oluşturulacağı ön kabulünden yola çıkıyor.

Aynı soruna, güvenlik tartışmasının ötesine geçmeyi istediğim son kitabım Savaş İktidarı, Polis İktidarı’nda ortaya çıktığı hâliyle başka bir açıdan da bakabiliriz. Sorun şu ki, kitapta da belirttiğim gibi, savaş ve polis tartışmalarında yer alan meselelerin büyük bir kısmı, “güvenlik nişanesi altında” yer alıyor. Ve kitabın son bölümünün başlığı da tam olarak bu: Güvenlik Nişanesi Altında. Ve kesinlikle haklısınız: Burada farkında olduğumuz bir gerilim var. Belki gerilimden de kötü. Belki güvenliğin bizim için hazırladığı bir tuzak.

KAMPFPLATZ: Belki de kendi kendinizi içine düşürdüğünüz bir tuzak. Tek başına güvenlik söylemiyle başlayıp, onu analizinizin merkezine koyuyorsunuz. Ancak önceki çalışmalarınızda da açıkça gösterdiğiniz gibi, modern ulus-devletler güvenlikten başka haklılaştırmalar üzerine de kurulu. Örneğin, eğer temel yönetim zihniyeti (governmentality) güvenlikse, ya da sizin Marx’tan alıntılayarak tanımladığınız şekliyle, eğer “burjuvazinin üstün kavramı” güvenlikse, liberal yönetimin bütün diğer zihniyetlerini nereye koyacağız? Yanı sıra, “ulusal güvenlik” ve “sosyal güvenlik” arasında oldukça etkileyici bir ilişki kuruyorsunuz. Bu bağlamda, ideolojik rızanın tek başına güvenlik kavramı temelinde nasıl yeniden üretildiğini biraz açıklayabilir misiniz?

Mark Neocleous: Hayır; çünkü öyle değil. Ama burada ilginç olan, bütün diğer farklı haklılaştırmaların ne ölçüde güvenlik söylemiyle yarıştığı ve nasıl onun içerisinden beslendiği. Söz gelimi, Savaş İktidarı, Polis İktidarı kitabımın “Güvenlik Nişanesi Altında” adlı bölümünde, son zamanlarda, savaş ve polis iktidarının içinden beslenen ve bunu güvenlik nişanesi altında yapan diğer kavramların nasıl ön plana çıktığını ele aldım. Buradaki söz konusu kavramlar, travma, anksiete ve dirençlilik (resilience). Bu terimler, belirli bir “tarafsızlık” ortaya koyuyor gibi görünüyorlar ve fakat oyunu, duygularımız üzerinden ve savaş ve sermaye yoluyla insanların vereceği zarar korkumuz üzerinden oynuyorlar. Buna rağmen, ilginç olan, savaş ve polis iktidarını gerçekte nasıl destekledikleri—sizin ifadenizle nasıl “haklılaştırmalar” olarak ortaya çıktıkları—ve dahası, bunu nasıl “güvenlikle” bağlantıları üzerinden gerçekleştirmeye kalkıştıkları.

KAMPFPLATZ: Belirleme ilişkileri karşısında devletten konuşmuşken, sizin çizdiğiniz teorik çerçevenin epistemolojik kökenleriyle ilgili biraz daha konuşmak isteriz. Sivil Toplumu Yönetmek adlı kitabınızın hemen ilk cümlesinde, “Bu kitap, Marxist bir devlet teorisi önerir” diyorsunuz. Yine bu kitapta, Althusserci ve Foucaultcu yaklaşımların devlete bakışı arasındaki gerilimi, merkeze koyuyorsunuz. Diğer çalışmalarınızda da açık bir şekilde Marxist duruşunuzu ortaya koysanız da çok zaman Foucault’nun çalışmalarını (kimi zaman eleştirmek kimi zaman da bunlar üzerinden argümanlar inşa etmek için) referans noktası olarak aldığınızı görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında, bu iki farklı (ve kimilerine göre, karşılıklı olarak birbirini dışlayan) epistemolojiyi oldukça iyi harmanlıyorsunuz gibi görünüyor. Söz gelimi, bir yandan, liberalizm ve güvenlik arasında, Marxist bir meta-anlatıyı anıştıran bir ilişki öne sürerken, öte yandan daha adem-i merkeziyetçi ve bir ölçüde Foucaultcu biyo-iktidar nosyonunu anıştıran pasivizasyon kavramına öncelik tanıyorsunuz.[8] Bu bağlamda, bu sözde ihtilaf içerisinde sizin devlet teoriniz nerede duruyor? Çıkış noktası, Sivil Toplumu Yönetmek kitabınızın en sonunda ortaya attığınız “siyasal idare” kavramı olabilir mi?

Mark Neocleous: Geçmişe bakınca, “siyasal idare” kategorisi, o zamanlar henüz gerçek anlamda vurgulamamış olsam da polis iktidarı fikrini düşünme çabamdı sanıyorum. Bunu vurgulamam, birkaç sene sonra, Toplumsal Düzenin İnşası kitabımla oldu. Sivil Toplumu Yönetmek kitabımdaki üç temel felsefî kahraman, Marx, Hegel ve Foucault’ydu. Kitabı yazarken, hem Hegel’in hem de Foucault’nun farklı polis kavramları olduğunun ve bunlar arasında ilginç örtüşmelerin olduğunun farkındaydım. O vakit, birkaç kısa yorumun dışında bu farkındalıkla ilgili bir şey yapmadım. Kitap, İngiltere’de ilk kez 1996’da basıldı. Ama sizin de bildiğiniz gibi, bir sonraki projem, Toplumsal Düzenin İnşası değil, İngiltere’de 1997’de basılan Faşizm adlı kısa kitabımdı. O kitabı yazarken, faşizm üzerine literatürde, sürekli “polis devleti” tamlamasıyla karşılaşıyordum. Açığa vurduğundan daha fazla şeyi belirsizleştirdiği için bu tamlamadan memnun değildim. “Polis devleti”, içkin olarak liberal bir kavram. Anlama üzerinde blokaj rolü oynayan bir kavram: İnsanlar, “faşist rejimler polis devletleridir”, gibi laflar edip, bunu olduğu yerde bırakıyorlardı; sanki hepimiz “polis devleti”nin nemenem bir şey olduğunu biliyormuşuz gibi. Faşizm kitabımda, bununla bir sorun olarak uğraşmadım ama faşist rejimleri basitçe “polis devletleri” olarak tanımlayan liberal eğilime yenik düşmeden bunu usulca bir kenara koydum. Fakat sonrasında Sivil Toplumu Yönetmek kitabımın yakın okumasını yapınca, gerçekten de polis iktidarı sorunu üzerine çalışmam gerektiğini anladım. İşte o proje, İngiltere’de 2000 yılında basılan Toplumsal Düzenin İnşası kitabıyla ortaya çıktı. Bütün bunları neden söylüyorum? Çünkü bence Sivil Toplumu Yönetmek kitabımdaki “siyasal idare” kategorisi Toplumsal Düzenin İnşası’ndaki “polis iktidarı” kavramına evrildi.

Ama siz, Marx ve Foucault’yu sormuştunuz. Sivil Toplumu Yönetmek’i yazdığım sırada, bu ikisi hakkındaki tartışma, şimdi olduğundan çok daha farklı bir yerdeydi. Şimdilerde bu tartışma çok daha incelikli yürüyor, hatta rahatlamış bile denebilir. O vakitler, Foucault, iktidar üzerine Marx’tan hiç söz etmeden düşünmenin bir yolu olarak tartışılıyordu. Daha ziyade, mesele, Foucault’ya karşı Marx’tı. Foucault, Marxizm’in kaba düşüncesi denilenden bizi kurtarıyormuş gibi sunuluyordu. Ve bu, Foucault’nun “iktidar” yaklaşımının bir şekilde Marx’ın devlet ve sermaye kavramlarından çok daha ilgi çekici olduğunun ifade edilmesiyle açıkça ortaya çıkıyordu. Geçmişe bakınca, bu tartışmanın aslında belirli bir sosyolojik yaklaşımın, daha ziyade Anglo-Amerikan sosyolojik yaklaşımının, Foucault’yu sahiplenmesiyle yürüdüğünü farkediyorum şimdi. Ama bu tartışma şimdi çok farklı bir yerde.

Bununla beraber, şunu da söylemeliyim: Tanıştığım bazı insanlar, çalışmalarımın çok Foucaultcu olduğunu söylerken, bazıları neden sürekli Foucault’ya saldırdığımı soruyor. Yani, çalışmalarımda Foucault’nun görünürlüğünün nasıl okunduğu, okuyucunun entelektüel ve siyasal ilgileriyle çok alakalı. Tabii, büyük ihtimalle Foucault’nun kendisi bu durumdan çok keyif alırdı. Benim “Foucaultculuğumun” doğruluk seviyesini ölçme çabasını, büyük ihtimalle, ne söylenip ne söylenemeyeceğini sınırlamaya çalışan bir polis operasyonu, olarak tanımlardı.

Son olarak, bir parça sırlardan konuştuğumuza göre, izin verirseniz ben de sizinle bir sırrımı paylaşayım. Aslında, Sivil Toplumu Yönetmek kitabımın başlığı başka türlü olmalıydı. Kitabın başlığı, Devlet, İktidar, İdare olmalıydı. Bu başlık, Marx ve Foucault’yu nasıl beraber düşünebileceğimizin bir işareti olabilirdi; zira, bu hâliyle başlık, Poulantzas’ın Devlet, İktidar, Sosyalizm kitabına da gönderme yapmış olurdu. Kitap, aslında böyle başlamıştı ama başlık son anda değişti; bu, pişman olduğum bir karardır.

KAMPFPLATZ: Birçok açıdan oldukça ilginç bir hikâye; özellikle de kitaptaki hukuk sorunuyla Poulantzas’ın ilgisi düşünüldüğünde. Öyleyse, hukuk devleti konusunda ne düşünüyorsunuz? Sizin tanımladığınız hâliyle devlet ve güvenlik ilişkisi içerisinde, hukuk da yeni bir şekil alacak mı? Sizce, burjuva demokrasilerine özgü yasama, yürütme, yargı arasındaki klasik güçler ayrılığını korumak mümkün mü? Ya da daha geniş bir çerçeveden bakacak olursak, sizce hukuk, vatandaşlarla devlet arasındaki bir aracı olarak meşruluğunu savunmaya muktedir mi?

Mark Neocleous: Bir kere, yasama, yürütme, yargı arasında olduğu varsayılan “klasik güçler ayrılığı”ndan söz ederken dikkatli olmanız gerekir. Liberal ideoloji, bu ilke üzerinde ısrar etmeyi sever. Ancak burjuva devleti, hem teoride hem de pratikte, her zaman bunun üstesinden gelmenin bir yolunu bulur. Belirli bir soyutlama düzeyinde, devleti bir bütün olarak düşünmeliyiz ve radikal perspektiften baktığımızda, liberalizmin bize dayatmak istediği ayrımlara aldanmaktan kaçınmamız gerekir: Yasama karşısında yürütme, hukuk karşısında idare, anayasal karşısında istisnai, normal karşısında olağanüstü hâl, mahkemeler karşısında hâkimler kürsüsü, devlet karşısında sivil toplum ve tabii ki ordu karşısında polis gibi ayrımlardan kaçınmalıyız. Bu ayrımları başlangıç noktası alacak olursak, bunların liberal kökenlerinden hiçbir zaman kurtulamayız. Ama sizin sorunuz, güçler ayrılığından ziyade, hukukla ilgiliydi. Ve aslında radikal düşünce içerisinde, dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta hep hukuk oluyor; zira, hukuk sorunu, yapıp ettiğimiz her şeyin içine işliyor ve burada şunu tekrar ısrarla belirtmek istiyorum: Burjuva sisteminin güzelliği ve yönetici sınıfın gerçek dehası, burjuva hukukunu sınıf mücadelesinin merkezine yerleştirmesi ve eş zamanlı olarak da “hukuk devleti” ve “hukuk ve düzen” gibi bir dizi mitle bunun üzerini örtme becerisidir. Ve eğer jeopolitik olarak bunu küresel sınıf mücadelesine uygulayacak olursak, “uluslararası hukuk” mitiyle karşılaşırız. Eğer projemizi sırların açığa çıkartılması olarak tanımlıyorsak, hukuk devletinin sırrını açığa çıkarmakla işe koyulduğumuzda iyi bir şey yapmış oluruz ki, o da sınıf mücadelesidir.

KAMPFPLATZ: Şu anda Türkiye’deki siyasal ortam, sizin söylediğiniz için bir alan çalışmasına mükemmel örnek olarak ortaya çıkıyor gibi. 2013 Haziran’ında “Gezi Direnişi” olarak başlayan süreç, bugünlerde AKP hükümetinin yolsuzlukları ve hukuksuzluklarına karşı protestolarla devam ediyor. Bu süreçte, olaylarla, kişilerle ve kurumlarla savaşmak üzere yeni yasalar yürürlüğe sokuldu.

Mark Neocleous: Kesinlikle haklısınız.

KAMPFPLATZ: Ve fakat bu gelişmeler, devletin farzolunan bütün ciddiyetini ve meşruiyetini alıp götürdü. Bir gecede onaylanan yeni bir yasal düzenlemeyle yasamanın kurumsal yapısı bir bütün olarak değiştirildi. Demokratik yollarla seçilmiş hükümete karşı askeri darbe planı yapmakla suçlanıp yargılanan ve bu temelde 5 yıldır tutuklu bulunanlar, bu yeni düzenlemeyle salıverildiler ve “kahraman” oluverdiler. Devletin temel güvenlik aygıtı olan polis, hiçbir sınırlama ve/veya denetim olmaksızın hiç olmadığı kadar yoğun bir şiddetle insanlara saldırıyor. Küresel sermayenin durumu ve devlet ve devletin hukuk ve güvenlik aygıtlarıyla tarihsel-toplumsal kuruluşu göz önünde bulundurulduğunda, sizce şu an Türkiye’de olup bitenler, olumsal mı; yoksa tüm bunlar, Orta Doğu’daki daha yapısal bir dönüşümün sinyalleri mi? Ya da Orta Doğu ve Magrip’ten başlayan ve dünyaya yayılan daha geniş bir hareket mi var? Tabii ki bu soruyu sorarken aklımızda ABD hükümetinin Venezüella ve Ukrayna’daki müdahaleleri de var. Yeni kitabınız, Savaş İktidarı, Polis İktidarı’ndaki argümanlarınız ve pasivizasyon kavramsallaştırmanız düşünüldüğünde tüm bunlar nerede duruyor?

Mark Neocleous: Ne bu yaşananların Orta Doğu’da başlayıp dünyaya yayılan daha geniş bir hareket olup olmadığını ne de şu an Türkiye’de olup bitenlerin küresel sermaye üzerinden olumsal olup olmadığını söyleyebiliriz, hatta bunlardan birini söylemeye çabalamamalıyız da. Sermaye küreseldir ve küresel bir pasivizasyon sistemine ihtiyaç duyar. Pasivizasyonun kati doğası, kendine özgü teknikleri, işleyiş tarzı (modus operandi), teknolojileri, haklılaştırma zeminleri, devletten devlete her zaman farklılık gösterecektir. Ama aynı zamanda, bu, her devlette, belirli bir zamanda gelişen direnişin seviyesine ve nasıl örgütlendiğine de bağlı olacaktır. Bu nedenle, Gezi’yi ve sonrasını küresel pasivizasyonun terimleriyle okumamız gerekir; ama bunu yaparken de Gezi’nin özgüllüklerini kaybedecek kadar düzleştirmeden yapmalıyız. Aksine, pasivizasyonu, özgüllükleri gözden kaçırmadan küresel bir süreç olarak anlamamız gerekir. Bu hiç de kolay değil. Bunu zor yapan, Twitter’ı yasaklama eyleminin sıradanlığı değildir—kaldı ki, ancak bir budala bu eylemin etkili olacağını düşünebilir. Bunu zorlaştıran, daha ziyade, hem evrensel hem de özgül terimlerle düşünmemize izin verecek teorik araçları geliştirmekte yaşadığımız sıkıntıdır.

Bazılarımızın radikal siyaset için pasivizasyon kategorisini geliştirmeye çabalamasının nedenlerinden bir tanesi budur. Zira, pasivizasyon, sürecin küresel ve evrensel doğasının altını çizer ama aynı zamanda da özgüllükleri görmemiz için bazı nüanslara izin verir. Fakat daha da önemlisi, bu çaba, pasivizasyon sürecini hukuk ve savaş, savaş ve polis, ideoloji ve pratik terimleriyle düşünmeyi amaçlar. Ya da önceki sorunuza dönecek olursak, şiddet ve rıza terimleriyle.

KAMPFPLATZ: Devleti Tahayyül Etmek adlı kitabınızda “Küreselleşme karşıtı protestocuların göremediği gibi, küreselleşme karşıtı olmak kolaylıkla sermayenin yeniden yerli yurtlulaştırılmasına—yani nasyonal sosyalizme—yol açabilir.”[9] diyerek bir tehlikeye işaret ediyorsunuz. Türkiye’de sol muhalefet, küreselleşme karşıtlığını anti-emperyalizm olarak tercüme etti ve bunun karşılığında bir oxymoron ortaya çıktı: ulusalcı solcular. Devleti Tahayyül Etmek adlı kitabınızdaki analiz bağlamında, “devlet, mekânı örgütlemenin ve tahayyül etmenin yollarından sadece biridir” görüşünüzü alternatif bir siyasal örgütlenme için biraz açar mısınız? “Eğer bizim açımızdan var olan bir dizi siyasal olanağın anlamını yeniden bulacaksak, o zaman devletçi politik tahayyülü sarsmak için onun dışında bir siyasetten bahsederken, siyaseti devletçi politik tahayyülün dışında düşünmemiz gerekir”[10] önerisinde bulunuyorsunuz. Şu anki ulusalcı sol muhalefetten bağımsız olarak, Türkiye siyasi tarihi ve pratiği üzerine yapılan analizler, uzunca bir süredir devlet iktidarı temelli argümanların ezici üstünlüğüne tabi oldu. Türkiye’deki bu hegemonik siyasal tahayyül, önce cumhuriyetin kurucu prensiplerinde, sonra, ordunun devletçi siyaset üzerindeki vesayetinde ve son olarak şimdilerde de kendisi devlete dönüşen AKP hükümetinin yönetiminde yansımasını buldu. Bu bağlamda, sol alternatif için hem teoride hem de ve belki de daha önemlisi pratikte devletin ötesine geçmek nasıl mümkün olabilir?

Mark Neocleous: Elbette, “ulusal solcular” sorunu yeni ya da Türkiye’ye özgü bir şey değil. Aslında, geçtiğimiz yüzyılın temel sorunlarından biri olarak da tanımlanabilir. Bu yıl, yönetici sınıfın adlandırdığı şekliyle “dünya savaşı”nın patlak verişinin 100. yıldönümü ve bu aynı zamanda bütün uluslararası işçi sınıfı hareketinin altını oyan bir çeşit “ulusalcı solculuğun” patlak verişinin yıldönümü olarak da tanımlanabilir. Daha kötüsü, bir başka açıdan düşünüldüğünde bu, faşizmin yükselişine giden yolda ilk adım da oldu. Bu da bizi sorduğun sorunun merkezine götürür: Devlettin dışında nasıl siyasal düşünürüz? Bu soru aynı zamanda şunu da sormak demektir: Ulus-devletin dışında nasıl siyasal düşünürüz? Soru önemli, sorun büyük. Bir yanda, ulusun bütün tuzakları var: Vatanseverlik, şovenlik, bayraklar ve ulusal marşlar; bütün bunlar, işçi sınıfını ulus yapısına dâhil etmek için işler. Öte yanda, bizleri herhangi bir ulus olarak sadece ulustan ziyade, herhangi bir devlet olarak devlete dâhil eden daha yeni ve birçok açıdan daha derin mekanizmalar var. Şu anda savaş iktidarı ve polis iktidarı içerisinde nasıl terbiye edildiğimizi bir düşünün. Az önce, dirençlilik (resilience) nasıl ön plana çıktığından söz etmiştim.[11] Ama Britanya okullarında öğrencilere dirençlilik dersleri verildiğini biliyor muydunuz?

KAMPFPLATZ: Neyde dirençlilik?

Mark Neocleous: İyileşmede! İyileşme, dirençliliğin anahtar kelimesi. Şimdi hepimiz, her türlü kriz, olağanüstü hâl ya da saldırıyla karşılaştığımızda nasıl iyileşeceğimizi öğrenmek zorundayız. Son krizden bu yana, olağanüstü hâl ve saldırı karşısında hep savaş ve polis iktidarıyla mücadele verildi. Dirençlilik, temel olarak, siyasal özneleri, savaş iktidarına ve polis iktidarına dâhil etmenin bir yolu. Beni en çok rahatsız edense, dirençlilik eğitiminin iyi bir şey olduğunu düşünen solcular. İşte bu, yeni ulusal solculuk: Devlet iktidarının anahtar kategorilerini benimse, savaş iktidarında kendi payına düşen rolü nasıl oynayacağını ve nasıl sistemin polisi olacağını öğren.







[1] Mark Neocleous, Devleti Tahayyül Etmek, Akın Sarı (çev.), Ankara: Nota Bene Yayınları, 2014.
[2] Neocleous, Toplumsal Düzenin İnşası, Ahmet Bekmen (çev.), İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2007. Kitabın başlığı, Toplumsal Düzenin İnşası olarak Türkçeleştirilmişse de “inşa” kelimesinin İngilizce “fabrication” kelimesini tam karşılamadığını düşünen çevirmenimizin itirazını buraya kısaca not düşmek gerekir. Özellikle kitaptaki vurgunun “imalat” ve “üretimle” ilgili olmasına ve fabrika sistemiyle olan kitaptaki karşılaştırmalara dikkat çeken çevirmenimiz Gülden Özcan;  “inşa” ifadesinin söz konusu tartışmayı tam olarak çevrelemediğini düşünüyor ve bunun yerine, bir kapakta kulakları tırmalasa da “fabrikasyon” ya da en azından “imalat” ifadesinin kullanılmasını öneriyor.
[3] Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, Tonguç Ok (çev.),  Ankara: Nota Bene Yayınları, 2014.
[4] Mark Neocleous ve George S. Rigakos (ed.), Anti-Security, Ottawa: Red Quill Books, 2011.
[5] Neocleous, Sivil Toplumu Yönetmek, Bahadır Ahıska (çev.), Ankara: Nota Bene Yayınları, 2013. Kitap, Türkçeleştirilirken İngilizce “administering” kelimesi yerine Türkçe “yönetmek” kelimesi kullanılmış. Ancak soruların hazırlanması ve Neocleous’a yöneltilmesinin yanında röportajın tüm çeviri sürecini de üstlenen Gülden Özcan’ın “yönetmek” ifadesinin Neocleous’un sözünü ettiği “idare etme” anlamını karşılamadığına dair uyarısını kaydetmek gerekiyor. Neredeyse bir makale dolusu argümanla bu meseleye itiraz eden Gülden’in tüm gerekçelerini bu dipnotta veremesek de en azından yönetme ve idare ifadelerinin “siyasal” ya da “teknik” edimleri birbirinden ayıran anlam yüklerine sahip olduğu düşüncesinin çeviriye itirazın omurgasını oluşturduğunu not düşelim.
[6] Neocleous’un Güvenliğin Eleştirisi kitabındaki alt başlıklardan biri, “Ulusal Güvenlik, Uluslararası Düzen ve Altı Milyon Ceset”tir. Bu alt başlık altında, Neocleous, ABD’nin ulusal güvenlik ve uluslararası düzen adına yaptığı sınır ötesi operasyonlarda ölen insanların sayısal bir dökümüne yer verir ve bu sayının altı milyonun üzerinde olduğunu ifade eder. Altı milyon, aynı zamanda Hitler Almanyası’nda öldürülen Yahudi sayısı telaffuz edildiğinde verilen sayıdır. Burada, ABD eliyle öldürülen sivil sayısının altı milyon olarak ifadelendirilmesiyle Hitler Almanyası’ndaki kıyıma bir gönderme yapılıyor, bu nedenle bunun polemik bir çıkış olduğu ifade ediliyor.  Bkz. Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, Ankara:  Nota Bene Yayınları, 2014, s.134-153.
[7] Neocleous, Savaş İktidarı, Polis İktidarı,  (çev.Beyza Sümer Aydaş), Ankara: Nota Bene Yayınları, 2014 (yayın aşamasında).
[8] Neocleous, son çalışmalarında polis iktidarı kavramına yeni bir boyut ekleyen pasivizasyon kavramına odaklanmaktadır. Militarist bir kavram olan ve ABD’nin Vietnam savaşı sırasında hem savaşın yürütücüleri hem de muhalifleri tarafından yaygın olarak kullanılan pasivizasyon kavramının savaş sonrası görünürlüğünü yitirdiğinden söz eden Neocleous, bu kavramın ve pratiğin “güvenlik” adı altında sürdürüldüğünü ifade eder. Bu bağlamda, pasivizasyon kavramını yeniden gündeme alarak “güvenlik” adı altında süregiden tahakküme karşı-hegemonik bir dil önermeyi amaçlar. Neocleous’un pasivizasyon kavramını ayrıntılandırdığı temel çalışmaları için bkz. Neocleous, “War as Peace, Peace as Pacification”, Radical Philosophy 159, 2010, s. 8-17; Neocleous, “‘A Brighter and Nicer New Life’: Security as Pacification”, Social and Legal Studies 20(2), 2011, s. 191-208; Neocleous, “‘O Effeminacy! Effeminacy!’ War, masculinity and the myth of liberal peace”, European Journal of International Relations, 2011, s. 1-21; Neocleous, “Security as Pacification”, Neocleous ve Rigakos (ed.), Anti-Security, Ottawa: Red Quill Books, 2011 içinde, s. 23-57.
[9] Neocleous, M., Devleti Tahayyül Etmek, çev. Akın Sarı, Notabene Yayınları, Ankara, 2014, s.214
[10]  A.g.e., s. 214-5
[11] Neocleous, son dönem çalışmalarında dirençlilik (resilience) kavramının söylemsel düzeyde yaygınlaşmasına, direnç ve dirayet gibi söylemlerin direnmenin yerine kullanılmasına dikkat çekmektedir. Direnmek, ayaklanmak, karşı çıkmak yerine direnç göstermenin telkin edilmesini, güvenlik kisvesi altında gizlenen savaş, polis ve pasivizasyon teknolojilerinin bir parçası olarak not düşmektedir. Neocleous’un konuyla ilgili bir değerlendirmesi için bkz. Neocleous, “Resisting Resilience”, Radical Philosophy 178, 2013. http://www.radicalphilosophy.com/commentary/resisting-resilience.

Cameron McCarthy Söyleşisi [3. Sayı]

$
0
0



CAMERON McCARTHY İLE SÖYLEŞİ


Ergin Bulut & Bora Erdağı



1980’li yıllardan itibaren gelişmiş kapitalist ülkelerde, soğuk savaş döneminin etkilerinin giderek silikleşmeye başlaması ile yeni bir toplumsal ve tarihsel dönüşüm yaşanmaya başlandı. Bu dönüşümün birçok simgesel göstergesinin var olduğu ifade edilir; fakat biz sosyal bilimler açısından miladın filozof Jean-François Lyotard’ın Postmodern Durum (1979) adlı çalışması olduğu genel kabul görür. Bu kanaatin doğru olduğunu kabul edenler, 1980’ler boyunca gelişmiş kapitalist ülkelerdeki toplumsal ve tarihsel dönüşümlerin postmodern teorik arayışlarla eklemlenmesinin kilit önem taşıdığını da düşünür. Yani “büyük anlatılar”dan ve “sınıf politikaları”ndan uzaklaşan bir sosyal bilimler tablosunun gelişmesine yol açan şeyin, bu teorik ve pratik dönüşümler olduğunu kabul ederler. Kısacası disiplinlerarasıcılığın, kültürel çalışmaların, çokkültürcülüğün, minimalist perspektiflerin, postkolonyalist yaklaşımların, etnik ve yerel mücadelelerin, toplumsal cinsiyet hareketlerinin yükselişini postmodern dünya ile neo-liberal dalganın birleşmesi ile ilişkili tartışırlar. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Cameron McCarthy: Bana kalırsa postmodern düşünce, eleştirel-rasyonel söylemlerin aşırılıklarını anlamak ve radikal teorilerin yanı sıra siyasal projelerin boğucu derecede otokratik ve tepeden inme örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkardığı ironik durumlara dikkat çekmesi açıcısından faydalı olmuştur. Zaten Lyotard da bu tip olguların, siyasal solun, sağdan çok da farklı olmayan faşizan yanlarıyla bağlantılı olduğunu söylüyordu. Fakat postmodern düşüncenin içinde yaşadığımız dönemi anlamak açısından sunduğu olanakların da sınırlı olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Bence içinde bulunduğumuz çağı daha iyi anlamak, son dönemde canlanan ekonomi ve emeğin yanı sıra dijital ortam içerisinde yeniden şekillenen kültürel formlar ve deneyimlere odaklanan kültürel coğrafya, eleştirel tarihyazımı ve yeni materyalist analizlerle mümkün. Bunları söylerken de aklımda neo-liberal dönemi, yani varlıklı sınıfların lehine yaşanan ve yoksulların yerinden edildiği bir sınıfsal dönüşümü iyice kavradığını düşündüğüm David Harvey, Aihwa Ong, Saskia Sassen gibi araştırmacılar var. İçinde bulunduğumuz dönemde sınıf ilişkileri iyiden iyiye etnik ve toplumsal cinsiyet ilişkileriyle içiçe geçmiş ve ulusötesi bir platforma taşınmış durumda. Bunu anlamak için mutenalaştırma projelerine, korunaklı sitelere, marinalara, spekülatif sermaye hareketlerine ve zengin sınıfların iyice agresifleşmiş sınıfsal arzularına bakmak yeterli. İnternetle beraber emek gücünün çalışma alanı genişlerken, artı değer üretimi de yine internet dolayımıyla iyice hızlanmış durumda. Devletin yoksul sınıfları koruma görevini artık yerine getirmediğini de görmek gerekiyor. Bütün bunlar da haliyle eğitim kurumlarında çalışan bizlerin hayat kalitesini düşürüyor. Bizim gibi hayatlarını entelektüel emekle idame ettirenler, aslında çoğu zaman kapitalizm ve neo-liberalizm ekseninde yaşananların eğitime olan etkisinin şiddetinin farkında da değil. Irk ve toplumsal cinsiyet dinamiklerinin önemsiz olduğunu söylediğim düşünülmesin bu arada. Söylediğim şey şu: Toplumsal artığın paylaşımında ibre elitlerden yana kaymış durumda; biz bunu görmediğimiz ve bu dinamiklerlerle mücadele etmediğimiz sürece iş işten geçiyor demektir.

Aslen ABD’li değilsiniz. Bu ülkede eleştirel teori alanında yaşanan genel dönüşümlere yıllar içerisine tanık oldunuz. Gözlemleriniz nedir? Eleştirel teori neredeydi? Bugün nerede?

ABD’ye gelmeden once Kanada’da Eğitimde Uluslararası Çalışmalar alanında yüksek lisansımı yaptım. Lisansımı ise edebiyat ve siyaset bilimi alanında Barbados’ta tamamlamıştım. ABD’ye geldiğimde sınıf analizlerine daha yakındım; ırk herhangi bir toplumsal meseleyi incelemek için başvurduğum bir kategori değildi. Ancak bu durum, Michael Omi ve Howard Winant’ın Racial Formation in the United States (Amerika Birleşik Devletleri’nde Irksal Oluşum) adlı kitabını okuyunca değişti. Irksal çatışmaları değerlendirme anlamında akademide iki durum yaşanıyordu. Bir taraftan etnisite çalışmaları sınıf ve toplumsal cinsiyeti görmezden gelirken, Marksist araştırmacılar da ırkı sınıfın içine dahil edip altyapı-üstyapı argümanlarınına başvuruyordu. Onlara göre ırk, üstyapının içerisinde yer alan ve altyapının belirlediği olgulardan birisiydi. Ben de sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyeti birbiriyle eklemlenmiş değişkenler olarak kuramsallaştırarak bu ikiliği aşma çabasına giriştim. Bunun teorik alanın yanı sıra, toplumun en alt kesimlerinin içinde bulunduğu maddi koşullar etrafında olabildiğince geniş ve kapsayıcı bir damar açması bakımından da değeri var. Irka dayalı parçalanmışlıklar etrafında bu tarz daha birleştirici mobilizasyonlar oluşturulmasının ve ABD içerisindeki genel nüfus içerisinde direniş hareketleri kurulmasının önünde büyük engeller var. Bu engeller tarihsel olarak ülkenin kuruluşuyla başlar ve her yeni göç dalgasıyla devam eder. Burada, her yeni göçle beraber yerleşmiş herhangi bir dayanışma ve ulus algısının yanı sıra herhangi bir dayanışma biçiminin de altüst olmasını kastediyorum. Bütün bunlar haliyle mücadelenin nasıl tasarlanıp koordine edildiğini etkiliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde genellikle eleştirel iradenin koordinasyonunu ve dönüştürücü etkiye sahip hareketleri bölgesel, yerelci ve tikelci anlamda düşünme eğilimi var. Hareketle alakalı diğer bileşenler etnik tikellikler etrafında dile getiriliyor. Aslında bu bileşenler doğrudan doğruya sınıfla alakalı. Ulusun etnik hatlarda bölünmesi, ırk etrafındaki birliktelikler ve sömürülen bütün grupları doğrudan etkileyen maddi meseleler açısından zararlı sonuçlar doğuruyor. Radikal araştırmacıların bu meseleye şimdiye kadar olduğundan daha fazla mesai harcaması şart. Özellikle toplumsal tabakalaşmanın arkasındaki en güçlü sebebin, Büyük Buhran’dan bu yana görülmemiş biçimde toplumsal kaynakları sınıf temelinde radikal bir şekilde bölüşüme açan neo-liberalizm olduğu bir dönemde, insanların deneyimlerinin birbiriyle ilişkili halini, etnisite ötesinde nasıl kuramsallaştırabiliriz? Sormamız gereken sorunun bu olduğunu düşünüyorum.

Sizin eğitim ve toplum ilişkisini inceleyen onlarca çalışmanız var. Bu çalışmalarda Amerikan eğitim sistemine ve özellikle Amerikan orta sınıflarına odaklanıyorsunuz. Irk eşitsizliğine dayanan sorunların anlaşılması ve çözülmesi yönünde 1970’lerin ortalarından beri ortaya konan çokkültürcü anlayışların yetersizliklerine değiniyorsunuz. Sizden tam olarak Amerikan eğitim sistemindeki çokkültürcü yaklaşımları neden yetersiz bulduğunuzu ve ırksal eşitsizliğin giderilmesine/aşılmasına dair ne yapılması gerektiği hakkında neler düşündüğünüzü öğrenebilir miyiz?

Ben meselenin oldukça basit olduğu düşüncesindeyim. Çokkültürcü perspektif dikkat dağıtıcı bir mekanizma olarak, azınlıkların, özellikle de siyahların ve Latin Amerikalıların kaliteli eğitime erişimi gibi önemli bir konunun önünü kesti. Bu toplumsal gruplardan vatandaşların eğitim alanındaki başarısızlıkları, sistemle alakalı olmaktan çok o gruba özgü özelliklerle ilişkilendiriliyor. Sorun sistemde değil, bu toplumsal gruplar içindeki başarısız bireylerin doğasıyla, bireylerin kendi kapasiteleriyle, aile yapılarıyla, dil kapasitesi ya da bunların eksikliğiyle ilişkilendiriliyor. Çokkültürcü eğitim kültürel istisnacılığı, yani her toplumsal grubun kendi kültürüyle başbaşa kalması ve kendi mirasını tanımasını ve sahiplenmesini öne çıkararak, bu ülkede eğitim süreçlerinin odağında olması gereken meseleyi bertaraf etti. Bu temel mesele de okulların bütün çocuklara kaliteli eğitim sağlamak konusunda merkezi bir yükümlülüğünden başka bir şey değil. Okulların, beyazlarda olduğu gibi azınlıkların çocuklarının eğitiminde de ahlaki bir yükümlülük görmesi gerekiyor. Dolayısıyla sorun kültürün ötesine geçiyor. Okullara ayrılan fiziksel kaynakların da ötesinde bir sorundan bahsediyoruz. Okul içerisindeki her çocuğa kendi çocuğumuzmuş gibi bir tavır geliştirmek ve bu çocuklara karşı adil olmak konusunda etik bir kararlılık gösterilmesini içinde barındıran ahlaki bir liderlikle alakalı bir sorundan bahsediyoruz. Dolayısıyla sormamız gereken şu: Anglo çocuklarına yaklaştığımız şefkat ve ahlaki çerçeveyi azınlık çocukları için de göstermeye ne kadar hazırız? Çokkültürcü eğitim, eşitsizlik gibi maddi konularla doğrudan ilgilenmediği sürece, benim gibi araştırmacılar tarafından haklı olarak eleştiriye maruz kalacaktır; çünkü bu perspektifin yaptıkları eğitim sisteminin baştan aşağı düzenlenmesinden ziyade yalnızca bir göz boyama olarak kalacaktır. Halbuki ihtiyacımız olan şey, eğitim sisteminin yeniden düzenlenmesidir.

Özellikle dijital çağın tamamen gündelik hayatın parçası olduğu 2000’li yıllardan itibaren sadece Amerikan eğitim sisteminde değil, popüler kültür ve gündelik hayatın içinde de yenilenen ve yinelenen başka bir kültürel tüketim ortamı gelişti. Bu tüketim ortamından, Amerika’ya bir şekilde göç etmiş ya da yerleşmiş olan farklı etnisiteler, dinsel gruplar, ırklar, toplumsal cinsiyet grupları nasıl etkilendi? Amerikalı beyaz orta sınıfların kültürel egemenlikleri bu yeni dönemde popüler kültür ve gündelik hayat kodlarını yeniden nasıl üretti? Ne dersiniz?

Dijitalleşmenin gerçekten de katılımcı bir kültür, hatta böyle bir çağ başlatacağına dair muazzam bir inanç vardı. İnternet ve sanal kültüre dair böyle umutlar vardı; ancak bütün bu umutların karşısına, şu anda sanal kültürü kuşatmış olan aşırı bir ticarileşme çıktı. Bu bir taraftan Habermas’ın bahsettiği kamusal alanın yeniden feodalleşmesinin bir uzantısı. Ancak mesele bunun da ötesine geçiyor; çünkü sanal dünya günümüzde emeğin giderek yoğunlaştığı bir alan halini almış durumda. Bu, entelektüel üretim alanını özellikle doğrudan ilgilendiriyor. Bana kalırsa ırkları ve cinsiyetleri ne olursa olsun, entelektüeller ve eğitimcileri ilgilendiren en önemli konu bu ve bu konuda acilen harekete geçilmesi gerekiyor. Eğitim kurumlarında bilginin yeniden örgütlenmesine bakıldığında bunun entelektüel özerkliği ve zanaatımız üzerindeki denetimimizi kısıtladığı görülür. Eğitim alanını, temel projesi okulları küresel bir pazara çevirmekten başka bir şey olmayan yönetici bürokrat sınıfa kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Eğitimin kamu hizmeti olmaktan çıkarılıp boş zaman geçirdiğimiz alanların giderek metalaştırıldığı internet alanına aktarılması söz konusu. Bunların acilen konuşulup tartışılması gerekiyor; ancak bu tartışmaların yapıldığını söylemek mümkün değil.

Günümüz açısından Amerika’da genel olarak ırk eşitsizliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Özellikle iş gücüne katılımda ve eğitimde ırkların fırsat eşitliğinin olup olmadığına dair nasıl bir demografik harita çıkarabilirsiniz? Örneğin, hem ırksal hem de dezavantajlı diğer madun gruplar sınıf mücadeleleri bağlamında eşitlik talebini nasıl örgütlüyorlar? Sınıfın çok parçalı yapısı mücadelenin gelişmesini sınırlamıyor mu?

Şematik bir haritadan ziyade belki de eşitsizlik konusunda içiçe geçmiş birden fazla harita olduğunu görmemiz gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri, birtakım üretken farklılıklarla tanımlanmış bir ülke. Irksal eşitsizlik üretilen bir şey, üretilmiş farklılıkların oluşturduğu bir sistem söz konusu. Amerika Birleşik Devletleri’ni sadece bölgesel ve mekânsal farklılıklara bakarak Kuzey ve Güney mantığıyla düşünebiliriz. Örneğin, Louisiana’yı, Michigan ve New York’la karşılaştırabiliriz. Siyahların yaşadığı mekânlarla beyazların siyahlardan kaçarak oluşturduğu kent dışı yerleşim bölgelerine bakabilirsiniz. Eğitim, çocuk ölümleri, ortalama yaşam beklentisine bakılabilir. Azınlıkların hayat standartları aslına bakarsanız İnsani Gelişme İndeksi (HDI) açısından üçüncü dünya ülkelerinin altında kalıyor. Bu ülkede kuvvetli bir yarılma var ve bu durum, kentin mekânsal olarak yeniden düzenlenmesi etrafında yoğunlaşan spekülatif süreçler ve neo-liberal ekonomi ile giderek de kötüleşiyor. Kazananların ve kaybedenlerin olduğu bu oyun küresel şehirde geçiyor. Kaybedenler, zengin ve çokkültürlü sınıfların kente gelmesiyle yerinden edilen kent yoksulları. Chicago ve New York gibi şehirlerde yoksullar altyapı desteklerinden ve ulaşımdan faydalanamıyor; dahası okulları da emlak piyasasındaki aktörlerin bu bölgelere göz dikmesiyle beraber kapatılıyor. Bütün bu yaşananlar aslında David Harvey’nin Paris, The Capital of Modernity (Paris, Modernitenin Başkenti) adlı kitabında anlatılanlara benzemiyor değil. Kentin dışlanmış kesimlerindeki yoksulluğun bir karşılığı da ülkenin merkezinden kopuk durumdaki kırsal kesimlerinde ya da bazı işlerin artık başka ülkelerde yapılmasında görülebilir. Dolayısıyla beyaz işçi sınıfı da buna paralel olarak kendi hayat standartlarında bir düşüş yaşıyor. Ülkedeki ikiyüzlülük de bunlardan bahsedilmesini engelliyor. Kimse Lois Weis ve Michelle Weis’ın The Unknown City (Bilinmeyen Şehir) kitabında bahsettiği ev içi şiddeti gündeme getiremiyor. Bu ülkede ırkla ilgili herhangi bir ciddi konuşma sizi doğrudan sınıf ve toplumsal cinsiyete götürür.

Önceki sorudan hareket edecek olursak, ırk analizlerinin karşı karşıya olduğu zorluklar nedir? ABD’ye geldiğinizden bu yana bu meselenin çalışılmasında ne gibi dönüşümler yaşandı?

Irkla ilgili teorik konularda on dokuzuncu yüzyıldan kalma perspektifleri yirmi birinci yüzyıl gerçekliğine uygulamaktan ziyade yeni analizleri hayata geçirmek gerekiyor. Eğitim alanında vurguyu mevcut eğitim ve müfredata dair çokkültürcü şikâyetlerden, farklılığın kültürel olarak yeniden üretimine, ırksal kimliklerin düzenlenmesine, arzunun Kuzey Atlantik geç dönem modernitesinin şartlarına –bu liberal rasyonel modelin üç temel ayağı var ki bunlar refah devleti, kendi kendine yeten işçi ve memleket meseleleriyle ilgilenen Tocquevillci anlamda vatandaş– dair mücadeleye kaydırılması gerekiyor. Farklılık sorununa modern bireylerin ve grupların, toplumsal hayatı giderek düzensizleştiren bürokratik düzene uyum sağlayamaması olarak bakılmasından yanayım. Yine aynı şekilde bugün insanlar, esnek kapitalizm döneminde sorumluluk ve riskin giderek bireyin kontrolüne bırakılmasıyla “merkezileşme olmaksızın gücün yoğunlaşması” denilen yeni modele entegre olmakta güçlük çekiyor. Dolayısıyla bazılarının çok iyi bir şekilde yaptığı gibi ırka dair sorunların, akışkan modernitenin siyaset ortamından bağımsız anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Eğitim kurumlarımızda eskisinden çok daha derin bir şekilde hüküm süren bir mantık bu. Bütün bunlar, Walter Benjamin’in izinden gidecek olursak, ırkın “aura”sının kültürel yeniden üretim pratikleri ve bu pratiklerin kimliğin oluşumundaki yeni modellere dair rolünün artık sona erdiğini gösteriyor bize. Şöyle ki, ırk kimliği kavramının “kökenler”, “ecdat”, “dilsel” ya da “kültürel birlik” içerisinde bulunduğu düşüncesi artık paramparça olmuş durumda. Bunlar artık melezlik, kopuş ve yeniden anlatı gibi yoğun süreçlerin etkisinde kalmış durumdadır, ki Arjun Appadurai Modernity at Large (Kayıp Modernite) adlı kitabında da teknoloji, medya ve ideolojiye referansla bunları anlatır. Göçler, kültürel ve ekonomik sermayenin hareketliliği, elektronik medya ile biyometrik teknolojiler ve bilişim teknolojileri artık kültürü mekândan ayırdı. Farklılık da belli grup ve ortamlardan alınıp farklı biçimlerde kullanılabilen soyut bir değer haline geldi. Örneğin, Tommy Hilfiger bugün hip-hop unsurlarını alıp semiyotik olarak kıyafet ve moda alanında farklı hallere sokabiliyor ve bu tasarımları hip-hopla tarihsel olarak bağı olan kentin yoksul mekânlarına tekrar satabiliyor. Siyah kültürünün bu unsurları, etnik bakımdan farklı estetik kodları uygulayan insanlara da başarılı bir şekilde pazarlanıyor. Dolayısıyla ben ırksal kimliğin, Stuart Hall’un da belirttiği gibi “belirli tarihsel ve kurumsal alanlarda, belli söylemsel oluşum ve pratikler ve belirli stratejiler”in ürettiği bağlam içinde gerçekleştirilen bir “performans” olarak kavramsallaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Araştırmacıların birçok başka meselenin yanı sıra azınlıkların kentte ürettiği müzik, basketbol, futbol gibi kültürel biçimlerin nasıl da neo-liberal zorunluluklara dair mesajların önemli taşıyıcıları halini alıp küresel bir boyuta taşındığına bakmaları lazım. Irksal kimliğin oluşumunda spordan bahsediyorum ama aynı zamanda eğlence dünyası, moda, internet gibi tüketicilerin üretici halini aldığı alanlar ve popüler imgelerin dolaşımına da bakılması gerektiğine inanıyorum. Çünkü bütün bunlar kimliğin oluşumunda, genç bireylerin başkalarıyla ilişki kurma biçimlerinde ve topluma katılma ya da toplumdan dışlanma konusunda okulun ötesinde anlaşılması gereken alanlar.O halde içinde bulunduğumuz bağlamda, eğitim kurumlarımızda üretmek istediğimiz toplumsal özne hakkında ciddi bir şekilde düşünmemiz gerekiyor. Zira son on yılda yaşanan muazzam ölçekteki toplumsal, kültürel ve maddi altüst oluşlar, eğitimin istihdam ve vatandaşlıkla sürekli bir arada düşünülen ikili yapısına dair kesinlikleri ortadan kaldırdı. Dolayısıyla bu yeni manzara karşısında eğitimin rolünün ne olması gerektiği konusunda farklı birtakım anlayışlara ihtiyacımız olduğu kanısındayım. Eğitimden anladıklarımızın, öğrenci –özellikle de azınlık gruplardan gelen öğrenci– denildiğinde aklımıza gelenlerin, kimin nasıl eğitileceği ve hangi tür okullara erişimi olacağına dair önemli sonuçları olacaktır. O anlamda gençlik kültürüne dair tartışmaların temelinde, gençlerin hayatlarına bilgi anlamında artık tam olarak hâkim olunamayacağı düşüncesinin yattığına inanıyorum. Dolayısıyla “anlamlı” eğitimin ne olduğunu esaslı bir şekilde yeniden tartışmamız gerekiyor. Bu durumun bir diğer sonucu da entelektüeller olarak işimizi yapma biçimine ve herhangi bir entelektüel faaliyetle ilişkilendirilen öz-düşünmeye yönelik saldırı. Bu anlamda entelektüel faaliyet gözden düşürülüyor ve birtakım cezalarla beraber yapılması zorlaşıyor. İronik bir şekilde bu girişimci çağda eleştirel düşünürlere yer olmadığı anlatılıyor bizlere. İşte tam da burada çok dikkatli olmamız gerekiyor. Neo-liberal çağın aşırılıklarıyla daha sıkı bir biçimde mücadele etmemiz şart. İnsanların refahına dair verdiği vaatlerden radikal bir biçimde geri adım atan Kuzey Atlantik modernitesinden kibirli bir şekilde uzaklaşmanın yol açtığı aşırılıkları sürekli olarak kontrol etmemiz önemli.


Aksu Bora Söyleşisi [1. Sayı]

$
0
0





AKSU BORA İLE SÖYLEŞİ


Nagehan Tokdoğan




Başbakanın “kürtaj cinayettir” ve “her kürtaj bir Uludere’dir” açıklamalarından sonra “Evet Uludere” başlıklı yazınızda kürtaj meselesini başbakanın belirlediği sınırlar içinde tartıştığımızdan yakınmıştınız. Yine aynı yazıda kürtajın bir hak olarak kavranıp sahiplenilme tarzına da eleştiri getirdiniz. Meseleyi iktidarın belirlediği dilin sınırları içinde tartışmaya ve kürtajın “hak” kavramı etrafında savunulmasına dair itirazınızı biraz açar mısınız?

Kürtajın yasaklanmasa da sınırlandırılması girişimleri ne yeni ne de Türkiye’ye özgü. Türkiye’de birkaç yıldır bu yönde birtakım girişimler, çalışmalar var, muhtemelen burada da bitmeyecek. Bu girişimlerin kamuoyuyla “paylaşılma” biçimi son derece tuhaftı, hatırlarsın. “Her kürtaj bir Uludere’dir” ne demek? Bir başbakanın söyleyebileceği bir laf mıdır bu? Hele de vatandaşlarını bombalamış bir hükümetin başbakanının? Bu korkunç ifadenin karşısında feministlerden yükselen ilk ses, “kürtaj haktır” oldu maalesef. 

İki düzeyde karşı çıktım ben bu sese. Birincisi, insan hakları bakımından, çok problemli bir ifade olduğunu düşünüyorum. Çünkü hakları bu şekilde spesifikleştirmenin sonuçlarını öngörmek zor: Kürtaja zorlanma durumlarında (ki biliyorsun, çok çeşitli bağlamlarda, ender görülmeyen bir durumdur bu) bu “hak”kı nasıl savunacağız? İnsan hakları, belirli felsefi temelleri olan ve genel ifadelerden oluşan bir hak silsilesidir. Bu genel ifadeler, arkasındaki felsefi dayanağa yaslanılarak özel durumlara uygulanırken özelleştirilebilir. O dayanak, insan tekinin “yapabilirliği” üzerinde durur; yani, insanın potansiyellerini gerçek kılabilecek koşulların sağlanması, insan haklarının gerekçesidir (bildirgenin birinci maddesinde bahsedilen akıl ve vicdanla donatılmış olma). Bu bağlamda, kürtaj, belirli durumlarda kadınların kendi hayatlarına ilişkin karar verme haklarının bir sonucu olabilir, kendisi hak değildir. Bu genel hak, bazı durumlarda kürtaj, bazı durumlarda doğurma olarak gerçekleşebilir, tamamen somut bağlamla ilgilidir. Önemli olan, kadının bedensel dokunulmazlık ve özerklik hakkının ihlal edilmesinin önüne geçilmesidir. Ve tabii ki sağlık hakkının bir sonucu olan “güvenli ve sağlıklı koşullarda kürtaj hakkı”ndan söz edebiliriz ki, bu da kürtajın yasaklanmasına karşı çıkmanın en güçlü yoludur bence. Yasadışı kürtajın neden olduğu sonuçları göstermek, bütün kadınları çağıran bir dil kurmakta çok işe yarardı. 

Buradan, ikinci düzeye geliyoruz: Politik strateji. En doğru feminizmi en güçlü sesle haykırmanın belirli bir tatmin sağladığını anlıyorum ama bunu son derece apolitik bir tutum olarak görüyorum, kestirmeden söylersem. Daha stratejik bakmayı becerebilen bir hareket, başbakanın bence çok akıllıca yaptığı manevrayı hemen görürdü ve onun istediği yere koşarak gitmemeyi becerirdi. Benim tanıdığım neredeyse bütün kadınlar, kürtaj yasağına karşı. Feminist olmayanlar da. Yetmişindeki teyzem, komşum, bakkalın karısı, öğrencimin annesi… Ankara’da düzenlenen kürtaj yasağına karşı eyleme hiçbiri gitmedi. Gitmezdi. Hayatlarımıza bu kadar doğrudan dokunan bir konunun gündeme getirilmesinin yolu bu değildi. Kürtaj hakkından değil, kürtaj yasağından söz etmek gerekirdi; kadınların kendi aralarında konuşmaları için ortamlar sağlanabilirdi; kürtaj yasağına karşı olmanın farklı biçimleri, sözleri, hikâyeleri ortaya çıkartılıp bunlar üzerinden bir anlatı kurulabilirdi. Başbakanın Uludere ile kürtaj arasında kurduğu köprüden kürtaj tarafına geçivermek yerine (onun istediği buydu zaten) Uludere tarafında durup hayatlarımız hakkında karar verme iktidarını sorgulamak iyi olurdu. Henüz tamamlanmamış bir “hayat potansiyeli” ve otuz dört can arasındaki bağlantı “ona da karşıyız, ona da” diye üzerinden atlanabilir bir şey değildi. Üstelik, kendi partisinin içinden ve yakın çevresinden de ciddi bir hoşnutsuzluk yükselmekteyken, onun “yumuşak karnı”ydı Uludere; orada direnmek, orada durmak gerekirdi.

Başbakan’ın politik zekâsı, bu savunulamaz pozisyonu kürtajla delip öteki tarafa çıkmasını sağladı. Böylece, bir taşla iki kuş vurmuş oldu: Üzerini kapatmak istediği bir konuyu kendini çok güçlü hissettiği bir başka konuyla perdeledi. Kürtaj yasağını –daha doğrusu kürtajın sınırlarının daraltılmasını– gündeme getirecekti zaten, bu şekilde yapmış oldu. Onun bu stratejisini tersine çevirmek, bu iki konu arasındaki bağlantıyı kurmak ve burada ısrar etmekle mümkün olabilirdi ancak, “kürtaj haktır” demekle değil.

AKP kurmayları Erdoğan’ın kürtaj çıkışının ardından insan yaşamını ne kadar el üstünde tuttuklarını göstermek için tabir-i caizse sıraya girdiler. Gerçekten de Foucaultcu bir biyoiktidar/biyosiyaset perspektifinden hareketle konuya yaklaştığımızda bir an için ölümü istisnalaştırırken yaşamı kutsayan, ölümü asgari düzeye çekerken nüfusunun büyük bir çoğunluğunun yaşamını güvence altına alan bir iktidarla karşı karşıya olduğumuzu düşünebiliriz. Ancak bizler gayet iyi biliyoruz ki Türkiye, kadın cinayetlerinin, toplu işçi ölümlerinin sıradanlaştığı, mahkûmların ya cezaevlerinde ya da nakledilirlerken yanarak öldükleri, Güneydoğu’da yürütülen savaş politikalarının iktidar partisinde hep bir ağızdan can-ı gönülden savunulduğu bir coğrafya. Sizce başbakanın kürtajla Uludere katliamını aynı cümle içinde kullanarak aralarında bir analoji yaratması, iktidarın yaşam ve ölüm meselesine bakışındaki çelişkili doğayı da açığa çıkarmıyor mu? 

Bilmem, ben bir an için bile yaşamı kutsayan bir iktidarla karşı karşıya olduğumuzu düşünmedim. Sen düşündün mü? Bence başbakan kendiyle çelişkiye düşmüyor, dünyanın her yerindeki “yaşam hakkı” savunucuları gibi, yaşam falan umurunda değil; bahsettiği şey bir an bile yaşam değil, karar yetkisi. Kimin yaşayıp kimin öleceği kararını kendine ait görüyor. Tabii ki! Bunlar kürtaja karşı oldukları gibi, ötanaziye de karşıdırlar, yaşamın kutsallığından söz ederek yaparlar bunu. Aslında birinin ölmeye karar vermesinin nasıl korkutucu bir şey olduğunu düşünsene! İntihar bombacısına ne yapabilir iktidar?

Erdoğan’ın kürtaj açıklamasının hemen ardından Türkiye kadın hareketinin muhtelif kesimlerince örgütlenen bir dizi eyleme tanıklık ettik. Yürüyüşler, oturma eylemleri, mitingler… Biçimleri, içerikleri ve yarattıkları etki bakımından bu eylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Az önce de dediğim gibi, bu eylemlerin amacına ulaştığını düşünmüyorum. Her ne kadar “kaç Tayyip kadınlar geliyor” türünden şeyleri neşe içinde söyledilerse de bu yürüyüşlerde, tasarının “geri çekilmesi” diye bir şey yok. Yasal kürtaj süresiyle oynayacaklardı, bundan vazgeçmiş değiller. Kürtajın hepten yasaklanması en azından yakın dönem için söz konusu değildi zaten. Ama ondan önce fiili durumu değiştirmeye başladılar çoktan, yasada olduğu halde uygulanmayan bazı prosedürleri uygulamaya başladılar, denetimleri sıkılaştırdılar… Benim bildiğim başbakan, gösterilerden falan pek korkmuyor, korksa on binlerce KESK’liden korkardı!

Politik eylemlerin gösteri yanı hep öne çıkar, caziptir de. Ama eylem dediğin şey gösteriden ibaret değildir; bazı durumlarda gösteriyi öne çıkarmak gerekir (görünürlük meselesi işte) ama kürtaj onlardan biri değil. Tersine, uzun vadeli, derinlemesine ve kapsayıcı çalışmak gerekiyor. Türkiyeli feminist hareketin kürtaj meselesini bu kadar az konuşmuş olması, bu kadar hazırlıksız yakalanması da ayrı bir konu tabii, kendimize bu gözle bakmalıyız galiba.

Bu süreçte kadın eylemlerine ruhunu veren “Benim bedenim, benim kararım” sloganı, bireyin kendi bedeni üzerindeki tasarrufunun nerede başladığı ve nerede bittiği konusunda daha derinlemesine bir düşünmeyi gerektirmiyor mu? Ötanazi, intihar, uyuşturucu bağımlılığı gibi meselelerin yıllardan beri farklı alanlardan birçok kuramcı tarafından etraflıca soru konusu edildiğini ve bireyin kendi bedeni üzerindeki tasarrufunun sınırları hususunda hâlâ çözüme kavuşturulamamış birçok boyut olduğunu göz önünde tutarsak, bireyin kendi yaşamı ve bedeni üzerindeki kararını bütünüyle kendisine bırakmak konusunda fazlasıyla aceleci davranılmadı mı? Belki de daha önemlisi bu aceleciliğin, muhafazakâr dilin argümanlarını güçlendirmek gibi olumsuz bir işlev üstlenebileceği söylenemez mi?

“Benim bedenim benim kararım” sloganı feministler için son derece tartışmalıdır; haksızlık etmek istemem, “kürtaj haktır”a kaptırıp gidenler bile bu sloganı o kadar da bağırlarına basmadı. “Benim bedenim”, aslında “bedenim benim”dir! Yahut da, “ben, bedenimim”. “Bedenim bana ait bir şeydir” değil yani! Bedenin bir şey olması, bedenden gayri bir “ben” olması falan tabii gayet sıkıntılı mevzular… Tabii, bedenlerin birbirinden bağımsız şeylermiş gibi kurgulanmasının liberal kökleri üzerine de düşünebiliriz; feministler, en liberalleri bile, annelik meselesi nedeniyle ilişkisellik üzerine kafa yormuşlardır. Benimki bana, seninki sana tarzı bir yaklaşımı benimsemeleri zordur. 

O sloganın orijinali, “Our bodies, ourselves”tir! “Biz”in “ben”e, “kendimiz”in “benim”e dönüşmesi de izlenmeye değer bir transformasyon değil mi?!

Bildiğiniz gibi bu süreçte erkeklerin eylemlere katılımı konusunda da çok fazla tartışma yaşandı. Sosyalist Feminist Kolektif’in internet sayfasında “Eyleme Erkekler Neden Gelmemeli” başlıklı bir yazı yayınlandı. Bu yazıda kadınların, mücadele ettikleri ataerkil sistemin failleri olan erkeklerle (bu erkekler “iyi niyetli” olsalar dahi) aynı saflarda yürümesinin mümkün olmadığı söyleniyordu. Siz erkeklerin, özelde başbakanın kürtaj açıklamalarını takip eden eylemler dizisine katılımlarıyla, geneldeyse feminist mücadeledeki konumlarıyla ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?

Erkekleri sarımsaklasak da mı saklasak! Kadınlık ve erkekliğin o kadar da basit şeyler olmadığı, sınırların çizilmesinin biraz netameli bir konu olduğu falan hakkında onca konuştuktan, toplumsal cinsiyet diye bir kavram icat ettikten, onca kuir tartışmaya kulak misafiri olduktan sonra, erkekleri ne yapalım sorusuna ne cevap verilebilir? Saklayalım!

Sanki erkek diye bir şey varmış ve bu erkek denilen şey, kadın denilen şeyden farklı olarak ataerkilliğin failiymiş, niyeti iyi olsa da objektif koşulları icabı ataerkilliğin yanındaymış… Bütün bunların bu ciddiyetle konuşuluyor olmasına inanamıyorum bazen! Tamam, adam sana kadın, ötekine erkek diyor ve hayat onun böyle demesi üzerine kuruluyor da, sen bunu niye o kadar değişmez bir şey gibi alıyorsun? Sana verilen isme neden bu kadar hevesle sahip çıkıyorsun? Erkekler ve kadınlar ataerkiyle ilişkilerinde o kadar da kolay ayrıştırılabilir iki cinsiyet mi? Kuku meselesi mi bu? Ay Nagehan, beni bu konuda konuşturmasan olmaz mı?!

Türkiye’nin ulus-devletleşme sürecinde egemen iktidarın kadının doğurganlığı üzerinden bir dizi pro-natalist politikayı yürürlüğe sokarak ulusal inşa sürecini pekiştirmek istediğini biliyoruz: Gebeliği önleyici ilaçların ve araçların satışının ya da kullanılmasının yasaklanması, daha çok çocuk sahibi olan ailelere ikramiye ve madalya verilmesi bu politikalardan yalnızca birkaçı… Bu bakımdan başbakanın sezaryeni “dış mihrakların ülkemizi yok etme çabası” olarak tarif etmesi, AKP’nin giderek milliyetçileşen dilinin vardığı noktayı göstermiyor mu? Yine buna bağlı olarak AKP’nin milliyetçi söylemini kadın ve toplumsal cinsiyet politikalarından hareketle ifşa etmenin de bir ödev olarak önümüzde durduğunu söyleyebilir miyiz?

Benim kafam öyle çalışmaz. Kimin neyi niye yaptığını anlamaya çalışırken, çıkarları izlemeye gayret ederim. Milliyetçilik tabii ki soluduğumuz atmosferin temel bileşeni (niye nefes alamıyoruz sanıyorsun?!) ama bu adamların milliyetçi duygulardan ziyade, başka saiklerle hareket ettiklerini sanıyorum. Mesela, uluslararası konjonktüre göre Avrupalı olmak, hatta Avrupalıdan daha Avrupalı olmak milliyetçiliğin icabı sayılabilir yahut da tek dişi kalmış canavar karşısında gururlu Müslümanlar/Müslüman ülkelerin hamisi olmak daha çekici durabilir. Muhtemelen bu ikisi ruhlarında iç içe geçmiştir, kim bilir başka nelerle birlikte. Ben politikanın ideolojik ifşaatlardan çok somut durumların ortaya konması, eleştirilmesi, alternatiflerin üretilmesi, mümkün olduğunca fazla sayıda insanın bu süreçlere dahil edilmesi gibi şeylerle ilgili olduğuna inanıyorum. Gerçekleri haykırmaktan, gerçeklerin haykırıldığını duymaktan imanım gevredi!

Başbakanın kürtaj çıkışının arka planında “her aile için en az üç çocuk” beklentisinin yattığı aşikâr. Ancak “üç çocuk” çıkışının ardından hem bizzat Tayyip Erdoğan’ın hem de AKP’den farklı isimlerin ağzından öğrendik ki, asıl niyet “yüce Türk aile yapısı”nın korunmasının oldukça ötesinde, Türkiye’nin “ekonomik kalkınma” sürecinde gelecekte yaşayacağı muhtemel bir genç işgücü bulma sıkıntısında kendisini gösteriyor. Bu çerçeveden düşünüldüğünde kürtaj çıkışına yönelik muhalefetin tartışma çeperini ekonomi politik bir perspektifi de bünyesinde barındıracak şekilde genişletmesi gerekmez mi?

Büyük nüfus, genç nüfus ideali eski bir idealdir biliyorsun, üstelik de demografik geçişi yaşamış ülkelerde imkânsız bir idealdir. Nüfusu başbakanlar belirlemiyor çok şükür, kürtajı yasaklamaya da kalksalar, çocuk doğurana altın da taksalar, bu böyle. Becerebileni görmedik henüz! On yılda on beş milyon genç yaratmak ancak savaştan çıkmış bir ülkede mümkün olur.

Tabii böyle bir yönü var ama ben kürtajın nüfus politikaları ile bağlantısının ikincil olduğu düşüncesindeyim. Yasağa ve sınırlamaya karşı çıkmak zorundayız çünkü hayatlarımız üzerindeki etkileri çok kötü olacak.

Meclis, tatile girmeden önce kürtaj düzenlemesini de içeren Üreme Sağlığı yasa taslağını hazırladı. Çok tartışılan on hafta sınırı değiştirilmiyor gibi görünse de, bu taslak pek çok sorunlu madde içeriyor. Sağlık personeline “görevden çekilme” hakkı tanınması, kürtaj yaptırmak isteyenlere bebeği doğurmaları yönünde telkinde bulunmak hedefiyle danışmanlık birimlerinin kurulması, yine anne adayına dört günlük “düşünme süresi” verilmesi bunlardan birkaçı. İlk bakışta 10 hafta sınırının değiştirilmemiş olmasına bakarak AKP’nin, kadın hareketinin tepkilerinden dolayı geri adım attığını söyleyebilir miyiz? Ayrıca taslaktaki diğer sorunlu maddeleri düşünürsek, bu tarz kürtajdan “caydırıcı” yasalar yürürlüğe girdiği takdirde kadınlar olarak bizi bekleyen tehlikeler nelerdir? 

Buna yukarıda değindim, dünyanın pek çok yerinde olmakta bu, burada da. Çok ciddi bir saldırı var kadınlara, öyle taslak çekildi, mesele bitti denebilecek bir şey değil. Bittiği falan yok. Yeni başlıyoruz daha!


Ekmek Kırıntıları [Utku Özmakas]

$
0
0
kampfplatz 1:1

Eylül 2012


Orhan Koçak tartışmasız Türkçe şiirin yaşayan en önemli eleştirmenlerinden. Koçak kısa sayılabilecek sürede iki kitap birden yayımladı. Birinci, Bahisleri Yükseltmek, uzun süredir beklenen Turgut Uyar kitabıydı; ikincisiyse daha önce yayımlanmış yazılarını topladığı Kopuk Zincir. Bu iki kitabın da başlı başına tartışmayı hak ettikleri açık. Ne var ki burada her iki kitap için de iki çift laf etmekten öteye geçemeyeceğim. Başka bir bahiste yeri gelirse diye yeniden açmak üzere bırakıyorum bu ekmek kırıntılarını: 1) Bahisleri Yükseltmek kuramsal donanımı çok yüksek bir kitap ama öylesine bir çevrim kuruyor ki kitabı tartışmaya açmak olanaksızlaşıyor. Dilinin dolayımından sıyrılamıyorsunuz, nefes alacak hiçbir alan bırakmıyor. Kitap hakkında olumlu/olumsuz bir şey söylemek için çevrime girmek zorunda kalıyorsunuz. Yer yer bağlamdan kopuk bir biçimde yapılan ve takibi güçleştiren ara tartışmalar okurun dikkatini dağıtıyor. 2) Kopuk Zincir neden kopuk? Burada bir yandan bir özgürleşmeye, kurtulmaya gönderme yapılıyorsa bir yandan da bütünlük karşıtlığına bir gönderme var sanırım. Tabii bu iki noktadan tamamen ayrık, başka bir yerden soruyorum: Kopuk Zincir neresinden koptu? Eğer bu zincir bir tarihselliği işaret ediyorsa sanırım Koçak için zincir 2000 sonrası şiirde koptu. Kitaptaki en geç isim kırk yaşında. Şiiri belirginleşmiş isimler üzerine yazmak bir riski baştan bertaraf etmek değilse nedir?

TANER YELKENCİ HUKUK VE DEVLET TEORİSİ SEMPOZYUMU III [21-23 Mayıs 2015]

$
0
0
Uluslararası Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu'nun bu yıl üçüncüsü düzenlenecektir. 

Sempozyumda devlet teorisi ve hukuk teorisi olmak üzere iki ayrı temada altı panel yapılacak ve üçüncü günün sonunda bir forum gerçekleştirilecektir. 

Sempozyuma katılım ücretsizdir ve yabancı dilden simültane çeviri yapılacaktır. 


































Taner Yelkenci III. Uluslararası
Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Programı
(21-23 Mayıs 2015, İzmit)



21 Mayıs Perşembe

10.30-12.30 Atölyeler İlk Seans

12.30-14.00 Öğle Arası

14.00-15.50 Atöyeler İkinci Seans

15.50-16.10 Çay-Kahve Arası

16.10-18.00 Atölyeler Üçüncü Seans
Devlet Teorisi Atölyesi:
Neo-liberal çağda devletin “özelleş(tiril)miş” ideolojik aygıtları nasıl çalışır ve ne yapar?
Moderatör: Ebubekir Aykut (Hacettepe Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler)
Ayşegül Kars Kaynar (Lefke Avrupa Üniversitesi)
Neoliberal dönemde olağanüstü hal ve istisna: Bir Neocleous tartışması
Çağlar Dölek (ODTÜ, SBKY)
Neoliberalizm ve polis sorunsalı: Türkiye üzerine bir tartışma çerçevesi
Çağrı Çarıkçı (İstanbul Üniversitesi, İF, Maliye)
Özelleştirmelerden kamulaştırmalara devlet mülkiyetinin değişen anlamı
Demet Şahande Dinler (Bilgi Üniversitesi)
Devleti nasıl çalışmalı? Türkiye'deki geri dönüşüm sektöründen ampirik ve yöntemsel ipuçları
Ersin Vedat Elgür (Dicle Üniversitesi, FEF, Felsefe)
“Polis”: “iç” Savaşın ideolojik ve zor aygıtı
İsmail Doğa Karatepe (Kassel Üniversitesi, ICDD)
Türkiye'de İslamcılar, devlet ve burjuvazi: TOKi'nin kültürel ekonomi politiği
Yücel Demirer (Kocaeli Üniversitesi, İİBF, Siyaset)
Neoliberal çağda dinin siyasal işlevi

Hukuk Teorisi Atölyesi:
Marksist hukuk olanaklı mıdır?
Moderatör: Bora Erdağı (kampfplatz)
Barkın Asal (İstanbul Üniversitesi, HF)
Mülkiyet-devlet-hukuk arasındaki paralellikler
Gökçe Çataloluk (Bilgi Üniversitesi, HF)
Hukuk çalışmaya devam etmeli miyiz? Sistemik bir analiz
Kasım Akbaş (Anadolu Üniversitesi, HF, Kamu Hukuku)
Hukuki Dönüşüm Aynasında Toplumsal Analiz
Mehmet Cemil Ozansü (İstanbul Üniversitesi, HF., Ceza Hukuku)
Ceza hukukunun sönümlenmesi üzerine düşünceler
Mustafa Bayram Mısır (Ankara Üniversitesi, İF, Praksis Dergisi)
Marksist hukukun kaynağı: Devletin kamu hizmeti ve hak dolayımı ile eleştirisi
Onur Karahanoğulları (Ankara Üniversitesi, SBF, Mülkiye)
Diyalektik hukuk bilimi
Yasemin Özdek (Kocaeli Üniversitesi, HF, Genel Kamu Hukuk)
Hukuku toplumsallaştırmak gerekir



22 Mayıs Cuma

10.00-10.40 Açılış

10.40-11.00 Çay-Kahve Arası

11.00-13.00 I. Oturum: Devlet Teorisi Paneli
Moderatör: Hülya Kendir (Kocaeli Üniversitesi., İİBF, Siyaset Bilimi)
Ayşe Evren Hoşgör (Bilgi Üniversitesi, İF, İşletme)
Rejim tartışmalarına sermaye açısından bakış
Metin Özuğurlu (Ankara Üniversitesi, SBF, Mülkiye)
Sınıflar mücadelesinin politik toplumdaki tezahürü: Halk egemenliği
Şebnem Oğuz (Başkent Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi)
Poulantzas'ın devlet kuramının süregiden güncelliği: Türkiye'de siyasal rejim tartışmaları

13.00-14.30 Öğle Arası

14.30-16.30 II. Oturum: Hukuk Teorisi Paneli
Moderatör: Nurçin ileri (kampfplatz)
Costas Douzinas (Birbeck Enstitüsü, Hukuk)
Marksizm, Hukuk ve insan Hakları
Simon Behrman (East Anglia Üniversitesi, Hukuk)
Pashukanis'in çalışması devlet teorisi için bir temel sağlayabilir mi?
Tarik Kochi (Sussex Üniversitesi, Hukuk)
Liberal uluslararası hukukun rüyaları ve karabasanları

16.30-16.45 Çay-Kahve Arası

16.45-18.45 III. Oturum: Türkiye'de Hukukun ve Devletin Gündemi
Moderatör: Mehmet Çakır (Kocaeli Barosu)
Ş. Can Atalay (Sosyal Haklar Derneği)
Kuralsızlığın kuralları: Neoliberal devlet ve neoliberal yurttaşlığa karşı yeni bir yurttaşlık bilinci için...
Murat Özveri (Çalışma ve Toplum Dergisi)
Devletin sınıfsal karakterini dışa vuran hukuk alanı: Çalışma mevzuatı
Orhan Gazi Ertekin (Demokrat Yargı Derneği)
Pax Cumhuriyetin çöküşü: Hukuk-politika ilişkileri bağlamında sınırlar ve kurucu meseleler



23 Mayıs Cumartesi

10.00-12.00 IV. Oturum: Dünyada Hukukun ve Devletin Gündemi Paneli
Moderatör: Savaş Yürük (Kocaeli Barosu)
Kansu Yıldırım (kampfplatz)
Devlet ve Diktatörlük: Devlet Biçiminin Dönüşümünde Hukukun Araçsallaştırılması mı? Askıya Alınması mı?
Selçuk Kozağaçlı (Çağdaş Hukukçular Demeği)
Devrimci şiddet, Devrimci Özne, Adalet
Ahmet Haluk Atay (Anadolu Üniversitesi, HF, Kamu Hukuku)
Doğal hukuk: Kavram, kapsam, konum

12.00-13.30 Öğle Arası

13.30-15.30 V. Oturum: Şimdi ve Burada Ne Oluyor?
Moderatör: Fehmi Ünsalan (Kocaeli Kültür Kolektifi Demeği)
Alberto Toscano (Goldsmith, Sosyoloji)
Dönüşüm heyulası
Adam Hanieh (SOAS, Kalkınma Çalışmaları)
Ortadoğu'da neoliberalizm, sınıf ve devlet
Darrow Schecter (Sussex Üniversitesi, Felsefe)
Modem toplumda hukuki, siyasi ve ekonomik sistemlerin tanımı üzerine: Özgürlükçü sol beklentiler

15.3o.15.45 Çay-Kahve Arası

15.45-17.45 VI. Oturum: Ne Yapmalı? Arayışlar, Ütopyalar, Alternatifler
Moderatör: Ertıınç Aras Ergüneş (Kocaeli Kültür Kolektifi Derneği)
Murat Bay (sendika.org)
Rojava'dan Kobane'ye bir gazetecinin tanıklığı
Ferda Koç (sendika.org)
Haziran Direnişi ile yeniden alternatifleri sorgulamak
Nazan Üstündağ (Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji)
Rojava'da devletsizlik ve hukuksuzluk

17.45-18.00 Çay-Kahve Arası

18.00-19.00 Kapanış-Forum
Moderatör: Önder Kulak
Utku Özmakas
Bu yılki sempozyum ışığında geçmiş ve gelecek sempozyumların formunun değerlendirilmesi ve önerilerin sunulması
Savaş Ergül

Dünya ve Türkiye deneyimleri bağlamında hukuk ve devlet teorisi sempozyumunun içeriğinin değerlendirilmesi











Editörden [8. Sayı]

$
0
0



Gündelik yaşantımızın şiddetle alevlenmeye devam ettiği yeni bir yıla girdi­ğimiz 2015’te, Karacaoğlan’ın dediği gibi “Umut’un içinde mut varsa umut­suzluğun da içinde umut”, diyerek umudun sonsuzluğuna pencere aralamayı sürdürelim. 2014’ü acı ve yasla geride bırakırken, gözler puslu girdik yeni yıla. Bu coğrafyada yaslarımızı tamamlayamadan, tamamlamaya vakit verilmeden yeni yaslarla iç içe yaşatılıyoruz. Henüz 2013 Gezi Direnişi’ndeki kayıplarımı­zın yasını tutamadan, 13 Mayıs 2014’te Soma’da yaşanan katliamda 300’den fazla maden işçimizin kaybıyla sarsıldık; sadece onlar da değil daha başka iş kazalarında pek çok işçinin ölümüne şahit olduk; onların yasını tutmaya daha vakit kalmadan Suriye’de, Irak’ta, Kobane’de yani Ortadoğu’da vahşi, yabani örgüt, kötülüğün ve şiddetin sahnesi IŞÎD peydahlandı. Kobane’de vahşi örgüt IŞÎD’e karşı mücadeleler sürerken yeni kayıplarla yürekler dağlandı. 7 Ekim 2014’de Suphi Nejat Ağırnaslı Kobane’de YPG saflarında bu vahşi örgüte kar­şı savaşırken yaşamını yitirdi. Daha tüm bunların acısını yatıştıramamışken, buğulu gözlerimiz Fransa’da Charlie Hebdo Dergisi’ne radikal İslamcıların saldırılarıyla 12 kişinin yaşamını yitirmesine tanık oldu.

Yaşanan tarihin tanıklığı büyük bir yük gibi üzerimize binerken, yüreği­mizde hiçbir zaman soğumayacak bir acının 15 yaşındaki Berkin Elvan’ın po­lisin attığı gaz kapsülünün başına isabet etmesiyle 269 günlük komanın ardın­dan gelen ölümünün hemen ertesi günü (12 Mart 2014) Karaman’da yapılan protestolara katılan 300 kişilik grubun içinde yer alan yayın kurulu üyemiz Elifhan Köse’nin de içlerinde bulunduğu üç kişi, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a “hakarette” bulunmakla suçlandı. Daha bu haksızlığı, hu­kuksuzluğu sindiremeden, iktidarın hukuk sisteminin, kirli elleriyle Elifhan Köse’ye 11ay hapis cezası verdiğini işitmek zorunda bırakıldık.

Hukuka inancın yitirildiği, özgürlüklerin ablukaya alındığı, iktidarın tahakkümcü ve otoriter-baskıcı, oligarşik bir yapıya evrildiği sistemin içerisinde, Elifhan Köse gibi bu baskıcı yapıya karşı haklı mücadelesini hala sürdüren ve gericiliğe, ırkçılığa, faşizme karşı mücadelelerinde yaşamlarını yitiren bütün ilerici, mücadeleci, devrimci insanları ve 8 yıl önce 19 Ocak 2007 tarihinde suikastte kurban giden Hrant Dink’i buradan selamlıyoruz; haklı mücadeleleri burada her daim ses bulacak, yankılanacaktır.

Brecht’in de dediği gibi öyle bir gelecek görmeyi umalım ki, bize bile gerek kalmasın o gelecekte; dergimizin güzellemelerine başlayalım Brecht’le:

Bir Gün Gelecek Yararsız Olacağım Ben de
Bir gün gelecek, oh diyecek insanoğlu:
Silahları bırakın, artık ihtiyaç kalmadı!
Güzel yıllar gelecek birbiri ardınca.
Çıkaracaklar depodan silahları bir gün,
Bakacaklar ki paslanmış hepsi.
Ben de atılmak isterim, açıkçası, son okurumun elinden.
Son insan olsun o, yeter ki,
Köpeklerin ısırdığı son insan!
***
Dergimizin bu sayısı, Türkiye’nin ve felsefenin düşün dünyasının büyük isimlerinden Uluğ Nutku’nun (16 Kasım 2014) ölümü üzerine Bora Erdağı tarafından kaleme alınan anma yazısıyla başlıyor. Bora Erdağı Uluğ Nutku’yla yaşadığı kişisel deneyimleri üzerinden onun hem kişiliğine değinerek hem felsefe dünyasına yaptığı katkıları ele alarak bize inceleme tadında kısa bir yazı sunuyor.

Kuram bölümüne, Kobanê’yi estetik bir algıyla ele alan Erdem Nezan’ın İki Vahşet Arasındaki Yarılma: Savaş Pornografisine Karşı Direnişin Estetiği, adlı çalışmasıyla giriş yapıyoruz. Nezan, Kobanê’deki politik sorunu ontolojik boyutuyla anlayabilmek için kökenleri incelemek yerine mitolojiyi devreye so­karak bir tartışma yürütüyor. Yani kendi deyimiyle tarihsel olanı zaman-dışı olanla bir açıklama, anlama denemesi. Bu politik krizin ortasına Antik Yunan mitolojisinden Pan karakterini davet ediyor. Pan Antik Yunan’da diğerleri üzerinde dehşet saçması, korkutuculuğu ve ürkütücülüğüyle kötülüğün temsilcisi olarak görülüyor. Nezan’a göre bu kötücüllüğüyle Pan’ın örgütlü versi­yonu IŞÎD’tir, “nam-ı diğer faşizmin olağanüstü hallicesi”. Bu bağlamda Nezan, IŞÎD’ın yaptıklarını “savaş pornografisi” olarak adlandırırken, Rojava’da olanları ise estetik bir algıyla ele alarak “direnişin estetiğini” anlatıyor bize.

Pynchon ve Calvino’da Entropi Fikrinin İzleri başlıklı yazısında Yasin Kara­man, bilimsel ve felsefi olanı bir araya getirecek bir tartışma yürütüyor. Kara­man, termodinamiğin ikinci yasası olan entropi yasasını edebiyatın alanında ele alıyor. Fizik ve kimya gibi fen bilimleri alanlarında iş gören entropi kura­mının, bu alanlarla sınırlı kalmadığını ve yarattığı yeni evren algısıyla iletişimden sanata, edebiyata, felsefeye kadar farklı disiplinlerde yer etmeye başladı­ğını ifade ediyor. Bu bağlamda filozof olarak adlandırdığı iki isim üzerinden edebiyatta entropi kuramının izlerini arıyor. Bunu Amerikalı yazar Thomas Pynchon’ın kuramla aynı ismi taşıyan Entropy adlı öyküsüyle, 49 Numaralı Parçanın Nidası romanını ve Italo Calvino’nun başta Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanı olmak üzere başka metinlerine de değinerek yapıyor.

Yola Çıkış ve Yola Varış: Kürt Hareketi (PKK) çalışmasında Erdem Ayçiçek, Kürt siyasi hareketinin geçirdiği değişimleri ve dönüşümleri tarihsel bir incelemeyle ele alıyor. Ayçiçek bu çalışmasında Kürt hareketinin çıkış ideolojisinden geldiği noktaya eleştirel ve belki de çok tartışılacak bir polemiğe yer açıyor. Ayçiçeğin temel savı, PKK’nin ilk dönem ve ikinci dönem olarak adlandırılabilecek bir ayrımına dayanıyor. Bu ayrımdan hareketle iddiası, ilk dönem “bilimsel sosyalizm, reel sosyalizm, işçi sınıfı, artı değer, sömürgecilik ve emperyalizm” gibi kavramların PKK’nin yayınlarına hâkim olurken; 1990’lardan sonraki dile “kişi, kişilik, kişinin kendini yaratımı, saf irade ve özgürlük hareketi” gibi terimlerin hâkim olduğu yönünde. Hareketin geçirdiği dönü­şümün, “Yoldaş”lardan “Heval”lere doğru yaşanan bir değişim olduğu savıyla Ayçiçek, bu dönüşümü bir dizi nesnel ve öznel faktör üzerinden anlatıyor.

Savaş Sonrası İtalyan Entelektüel Kültürü: Marksizmden Kültürel Çalışma­lara başlığını taşıyan çeviri yazımızda Renate Halub, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtalyan entelektüel kültürünün gelişimini üç döneme ayırarak inceliyor. 1944’ten 1968 tarihine kadarki ilk dönem Marksizmin kamusal alana egemen olduğu bir evre; 1968’den 1986’ya kadarki ikinci dönem, Marksist düşünce­nin içerisinden çıkan bilgi birikimiyle şekillenirken, solun parçalanmasına da tanıklık eden bir evre olarak anlatılıyor. Husserl, Heidegger, Levinas ve di­ğerlerinden esinlenen, tarihe, özneye ve failliğe dair Marksist yorumlara karşı çıkan düşüncelerin bu dönemde yeniden ortaya çıktığı tespitinde bulunuyor. 1986’dan 1999’a kadar olan son dönem ise, Fransız post-modernistlerinin etki­siyle Marksizmin belirli bir biçimini yerinden eden dönem olarak işaretleniyor.

Polemik köşemizi gündemimizde olan ve belki de aslında gündemimizden hiç düşmeyen “polis devleti” kavrayışını, Ayşegül Kars Kaynar’ın tartış­tığı Türkiye’de Polis Devleti: Bir Kavram Tahlili çalışmasıyla açıyoruz. 2014 yılının Ekim ayında başbakan Davutoğlu tarafından açıklanan İç Güvenlik Yasası “polis devleti” tartışmasını da beraberinde getirdi. Yazı, İç Güvenlik Yasası’nın dününü, bugününü ve yarınını “polis devleti” kavramsallaşması etrafında sorunsallaştırıyor.

Havaya Kalkan Taş: Arada Olmak, Tereddüt ve İhlal’de Murat Özbek çok hassas bir meseleyi ele alıyor: taş atan çocukları. Özbek bu çalışmasında kafala­rımızdaki çocuk imgesini daha doğrusu masum çocuk imgesini bir nevi yıkma çabasında. Özbek kendisine sorun edindiği iki mesele üzerinden makalesini şekillendiriyor, bunlardan birisi masum ve bilinçli çocuk figürünü tartışmak, ikincisi taş atma sorunun irdelenmesine zemin hazırlamak. Bu tartışmaları yaparken Özbek Sedat Yağcıoğlu’nun Taş Dile Geldiğinde başlıklı çalışmasın­da yer alan Kürd çocukların ifadelerinden hareket ediyor.

Gelenek ve Modern Arasında Marx ve Arendt’i “Anlamak” ya da Eleştiri­nin Eleştirisinin Eleştirisi: Ebubekir Aykut’a Yanıt başlıklı çalışmasında Gül­den Özcan, bir önceki sayımızda Arendt-Marx ilişkisini tartışan Ebubekir Aykut’un yazısına karşı bir polemik yürütüyor. Özcan, Aykut’un Arendt’le ilgili bir takım tespitlerini ve değerlendirmelerini sorunlu olduğunu belirterek çarpıcı bir polemik yazısı sunuyor.

Söyleşi köşemizin konuğu bu sayıda Şafak Altan ve Nurçin İleri’nin soru­larını yönelttiği Nazan Üstündağ. 135 gün süren ve büyük bir direnişle YPG/ YPJ güçleri tarafından IŞÎD’in elinden kurtarılan Kobanê’den, Rojava Devrimi’ne, 6-7 Ekim ayaklanmasından Gezi’ye kadar Ortadoğu’da geniş bir Kürt Özgürlük Hareketi tartışması yürüttük.

Sinema bölümümüzde Ümit Ünal’ın 2011 yapımı Nar filmi üç ayrı yazıyla analize tabi tutuluyor. Özge Yüksel, Dürtme İçimdeki Narsisti başlıklı yazı­sında, filmdeki karakterlerin psikanalitik bir analizini sunuyor. Filmin genel temasının, yaygın yorumların aksine güven ve adalet eleştirisi olmadığını söy­leyerek, “bunlardan daha fazlası”nın dile getirildiği iddiasıyla yola çıkıyor. Bu noktada Nurdan Gülbilek’in “Dostoyevski’nin mağdur kahramanları üzerine yaptığı tespitler”i üzerinden bir inceleme sunuyor.

Nar Filmi Üzerine: Sevginin Rengi, Vicdanın Sesi’nde Sevgi Doğan filmi, bu kez felsefi bir sunumla karşımıza çıkartıyor. Kapitalizmin duygular üzerin­deki etkisini, sömürü rejimini ele alırken, Kant ve Hegel tartışmasını vicdan meselesine taşıyor. Doğan’a göre film, adalet sistemine duyulan güvensizliği vurguluyor; Doğan bu anlamda filmin, kişilerin kendi adalet sistemlerini inşa ederken vicdan kavramını tercih ettiklerini göstermeye çalıştığını ifade ediyor; yazar bunu tartışırken Kant’a referans veriyor ve Hegel’in hukuk sistemiyle Kant’a karşı duruşunu vicdan meselesi bağlamında analiz ediyor.

Nar Filminde bir Mağduriyet Nedeni olarak İhmal, Bir Görünürlük Biçimi olarak İhlal başlıklı yazılarında Evrim Nacar ve Bihter İşler, filmi ihmal ve ihlal kavramsallaştırmasıyla inceliyor. Yazarlar, filmdeki mekânsal karşıtlığın, toplumsal, sınıfsal ve karakterin tipik özelliklerinin ortaya çıkışına neden ol­duğunu ileri sürüyor. Genel olarak heteroseksüellik ve homoseksüelliğin iç içe geçmişliğine vurgu yaparak yarattığı yabancılaşma üzerinde dururken delilik imgesinin filmde işlenişini felsefi bir tartışmaya taşımaya çalışıyorlar. İyi ve kötü kavramlarımızın yabancılaşmayla birlikte nasıl üretildiğini film bağla­mında inceledikleri bir eleştiri sunuyorlar. “Nar'da da ahlakın kökeni ‘ahlak­sızlarda, ‘deliler’de aranmalıdır” diyerek okurun dikkatini delilik ve ahlaksız­lık boyutuna çekiyorlar.

Medya köşemizde Nagehan Tokdoğan, “Devlete Tokat Atan Kadın”: Ana-Akım Yazılı Basında Sebahat Tuncel İmgesinin Kuruluşu başlıklı yazı­sıyla, 20 Mart 2011 tarihinde Şırnak’ın Silopi ilçesinde Newroz kutlamaları sırasında polisin gösteriye katılan kitleye müdahalesinin ardından, o dönem BDP’de siyaset yapan Sabahat Tuncel’in emniyet amirine tokat atma girişi­minin, ana-akım yazılı basındaki sunumunu analiz ediyor. Bu bağlamda milliyetçi, muhafazakâr, ulusalcı, liberal olarak adlandırılabilecek ana-akım ba­sında “bir Kürt, bir kadın ve bir politik özne olarak” Sabahat Tuncel’in, bahsi geçen “tokat olayı” üzerinden nasıl sunulduğunu ve bu haberlerin okurlar ta­rafından nasıl yorumlandığını konu edinirken, Kürt kadın siyasetçilere ilişkin hâkim algıyı da gözler önüne sermeye çalışıyor.

Kitap Eleştirisinde, Onur Kartal, İçerinin Düşüncesinden Dışarının Politi­kasına Diyalektiğin Diyalektik Gelişimi başlıklı yazısıyla Ersin Vedat Elgür’ün 2013’te yayımlanan, diyalektik üzerinden bir felsefe tarihi okuması yaptığı Felsefenin Arzusu: Politika - Diyalektiğin Diyalektik Gelişimi ve Onto-Politika kitabını inceliyor.

Minör Temaslar köşemiz, derginin hem yazması hem okuması en keyifli bölümü olarak değerlendiriliyor ve yine yer yer canımızı acıtan, öfkelendiren konuları kısacık satırlara sığdırıyor: Gülsüm Depeli “Elifhan Köse Yalnız De­ğildir!”, Savaş Ergül “Sayılmayan Adlarla Neverland’a Gitmek”, Gözde Orhan “Cehalete Övgü Çağı”, Kansu Yıldırım “Laiklik”, Emek Çaylı Rahte “Oyun Ruhu, “Je Suis Charlie”, “Je Suis Ahmed””, Sevgi Doğan “Doğanın Sesini Miyazaki’den Dinlemek” ve Çağla Karabağ “Yalnız Kalma Hakkı”.

İyi okumalar...

İçindekiler [8. Sayı]

$
0
0










Anma: Uluğ Nutku
Bora Erdağı


Kuram


İki Vahşet Arasındaki Yarılma: 
Savaş Pornografisine Karşı Direnişin Estetiği
Erdem Nezan

Pynchon ve Calvino’da Entropi Fikrinin İzleri
Yasin Karaman

Yola Çıkış ve Yola Varış: Kürt Hareketi (PKK)
Erdem Ayçiçek

Savaş Sonrası İtalyan Entelektüel Kültürü: 
Marksizmden Kültürel Çalışmalara
Renate Halub


Polemik


Türkiye’de Polis Devleti: Bir Kavram Tahlili
Ayşegül Kars Kaynar

Havaya Kalkan Taş: Arada Olmak, Tereddüt ve İhlal
Murat Özbek

Gelenek ve Modern Arasında Marx ve Arendt’i “Anlamak” 
ya da Eleştirinin Eleştirisinin Eleştirisi: Ebubekir Aykut’a Yanıt
Gülden Özcan


Söyleşi


Nazan Üstündağ ile Rojava Devrimi, Kobanê Direnişi 
ve Türkiye'deki GelişmelerÜzerine
Nurçin İleri ve Şafak Altan


Bir Film Üç Yorum: Nar Filmi


Dürtme İçimdeki Narsisti...
Özge Yüksel

Nar Filmi Üzerine: Sevginin Rengi, Vicdanın Sesi
Sevgi Doğan

NarFilminde Bir Mağduriyet Nedeni Olarak İhmal, 
Bir Görünürlük Biçimi Olarak İhlal
Evrim Nacar ve Bihter İşler


Medya


 “Devlete Tokat Atan Kadın”: 
Ana-Akım Yazılı Basında Sebahat Tuncel İmgesinin Kuruluşu
Nagehan Tokdoğan


Kitap Eleştirisi


İçerinin Düşüncesinden Dışarının Politikasına 
Diyalektiğin Diyalektik Gelişimi
Onur Kartal


Minör Temaslar


Gülsüm Depeli, Savaş Ergül, Gözde Orhan, Kansu Yıldırım, 
Emek Çaylı Rahte, Sevgi Doğan, Çağla Karabağ

Kelimeleri Çalınan Şair [Utku Özmakas]

$
0
0


kampfplatz 3:7

Ekim 2014






Attilâ İlhan’ın vefatından beri şiirin/şairin gazetelerin ana sayfasına taşındığını görmemiştik. Eh, zaten İlhan’ınki de şiirinden dolayı değildi pek; ama kısa süre önce “şair” yeniden gazetelerin birinci sayfasına taşındı, internet sitelerinde kuvvetsiz ama cafcaflı “flaş” atkısını boynuna takmış bir haber olarak gözler önünde yerini aldı: “Şair ve yazar Bejan Matur’un Cihangir’deki evine giren kimliği belirsiz kişi ya da kişiler, yayımlanmamış eserleriyle arşivini, sakladığı iki hard diskini ve çeşitli eşyalarını çalarak kayıplara karıştı. Matur, hırsızlara ‘Lütfen şiirlerimi geri ver’ diye seslendi. Twitter hesabından olayı duyuran Bejan Matur, ‘Evime girip bilgisayar hard diskleri çalan hırsız, lütfen şiirlerimi geri ver. Onlar senin değil yayımlanmasını bekleyen okurun...’ diye çağrıda bulundu.”

Matur, şiir kitaplarının bin bile satmadığı bir ülkede, kitaplarını önce Avesta ve Metis gibi “sol” eğilimli, sonra da Timaş gibi “sağ” eğilimli bir yayınevinden yeniden basacak kadar “başarılı” bir şair. Biraz homojenleştirme riskine girersek, ideolojik olarak taban tabana zıt olan yayınevlerinin okuruna “seslenebilecek” bir şiir yazmak her şairin harcı olmasa gerek! Bu arada şiirlerine bir de söyleşi kitabı ekledi. Gülen Cemaati’nin Elif Şafak’ın arkasına yedeklediği Matur, Dağın Ardına Bakmak başlıklı bu garabette, “eve dönüş” bataklığının müstekreh anlayışını günümüze aşılamaya kalkmakla kalmadı; üstüne üstlük devletin seksen yıllık Kürtlük ezberine “içeriden” bir kez daha su taşıdı. Bu kitap nedeniyle Nazlı Ilıcak’ın övgüsüne mazhar olma ayıbı da yetmedi Matur’a.“Makbul” olmayı sözcüğün yanına eklenen her adla birlikte üstüne almaya dünden hazır olan “şair ve yazar”, yeri geldiğinde sahibinin sesi olmaktan da zerre imtina etmedi. Mesela, Ayın Büyüttüğü Oğullar’daki “Kardeşlik eski bir masalın bilgisinde kaldı/Kardeşlik acımaydı” dizelerinin hatırına “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”ne en azından eleştirel yaklaşmasını beklediğimiz “şair”, “Bu toplumun kodlarında o kardeşlik var çünkü” (“Açılım, DTP ve Sokaklar”, Zaman, 9 Aralık 2009) diyecek kadar Başbakan’ın ağzından konuşmaya hazırdı. “Kelimeleri” konusundaki feveranı, samimiyetini işte bu noktada yitiriyor.


Matur, 2 Haziran tarihli twit’inde şöyle demişti: “başka şeyler de çalındı elbette ama benim için değerli olan tek şey kelimelerim…”  Bir dakika! Kendisi hatırlamıyor ama memleketin bugün dış politikada girdiği bataklığın bir numaralı müsebbibi olan Ahmet Davutoğlu’na, Berfo Ana’yı dinlediği için Başbakan’ın “dinleyen hali”ne övgüler düzen Matur kelimelerini hegemonyaya kaptıralı çok oldu. 


Anti-faşist Bir Manifestoya Çağrı [Aynel Ömer]

$
0
0

kampfplatz 3:7

Ekim 2014



Türkiyeli muhalif, entelektüel ve bağımsız bir siyasal hattın eksikliğini duyan herkesin, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri süresince ortaya çıkan tabloları tekrar yaşamamak ve rejimin istediği anda kendi kaderiyle başbaşa kalmamak için ya harekete geçmesi ya da iradesini bir yerlere teslim ederek oturduğu yerde oturması ve susması gerekiyor.

Provokasyon olduğu aşikâr davranışlar, açıkça yalan söyleyerek öz-eleştirel bir tutum belirlemedeki isteksizlikler, istediği hareketlerle yan yana gelip istediklerine burun kıvırma konusunda kendilerine liberali geçiyorum tiranca bir özgürlük tanıyan hareketler ve daha sayılabilecek pek çok eksik, hata, kusur nedeniyle bugün her şeyden önce hakiki bir söz  söyleme çizgisi oluşturmak gerekiyor.

Bu elbette zorlu ve bugünden yarına başarılması çok kolay gözükmeyen bir süreç olmakla birlikte bir yanıyla da çekilen acılar, ağır gündem, başta Rojava ve Gazze olmak üzere Ortadoğu’da yaşanan insanlık trajedisi düşünüldüğünde oldukça mümkün ve dahası şart görünüyor. İnsanlığa sırtını dönüp Kış Uykusu filmindeki “Aydın” gibi kendisine babasından kalmış mağarasına – orada kalmasını kolaylaştıracak iki de “kadın/erkek” (bedensel değil ama ruhsal birer yastık olarak)- alıp, fakir fukarayı evinden attırır pozisyona düşmek istemiyorsak, bir terimi daha sık ve sürekli dillendirmemiz gerekiyor: Anti-Faşizm.

Türkiyeli devrimci/demokrat harekette büyülü bir etkiye sahip bu terimi kullanmak içinse önce adam akıllı tartışmak ve tüm dogmalardan sıyrılmak gerekiyor. Dimitrov’un faşizmi “burjuvazinin en açık, en gerici, en saldırgan vb. diktatörlüğü”yle sınırlayan tanımlaması veya Hitler ordusuna karşı direnen Rus partizanları gözümüzde canlandırma eşliğinde yol alabileceğimiz bir şey değildir sözünü ettiğim anti-faşizm.

Burada sözünü ettiğim anti-faşizm çok açık net ilkelere dayalı, tüm tarafları kapsayan, ezilenlerden, vicdanlardan ve yok sayılan ihtimallerden oluşan bir varoluş setini kapsamalı ve faşizmi bizzat kurulduğu yerde karşılamalı.

Benim ön düşüncem, faşizmin kuruluşunun bir kimlik inşasıyla el ele ve ona paralel gittiği şeklinde. Elbette her görüş gibi tartışmaya açık bu görüş, cinsiyet, azınlık vb. tüm kimliklerin ancak belirli bir bütünün sabitlenmesi pahasına kurulduğunu ve anti-faşizm’in ya da faşizm’in tam burada önce oluş ihtimali ve nihayet oluş kazandığını ileri sürüyor.

Böylesi bir anti-faşizm’in tartışılabilmesinin önündeki en büyük engelse, ne yazık ki, “sınıf temelli” olduğu düşünülen (aslında öyle olması arzulanan demek gerekiyor) siyaset tarzında ısrardan (daha doğrusu sınıf siyaseti etiketi altında dogmatizmde ısrar) ileri geliyor. Türkiye devrimci/demokratik hareketinin en köklü ve aynı zamanda en sekter yapıları ve bu geleneği payalaşan entelektüellerimiz, bu mücadeleyi yürüten insanların sınıf mücadelesinden çok sınıfın/halkın içine koşa koşa gireceklerini varsaydıkları bir kimlik mücadelesi verdiklerini idrak etmediklerinden –tutsak, şehit, anti-reformizm vs. tüm bu coşkun laflar bu hareketlerin yürüttüğü siyasetin apaçık bir kimlik siyaseti olduğunu, tüm mücadelenin bir kimlik olarak devrimciliği ayakta tutmak üzere kurulu olduğunu fark etmemektedir- tarihsel sonuçları olabilecek bu tek ihtimal de ancak parça parça ve akamete uğramaya açık olarak ilerliyor. Burada ciddi bir imkân olma potansiyeli atfedilen HDP de, görülüyor ki, söz konusu anti-faşizm’i geliştirme konusunda kolaylıkla sınırlanabiliyor.

Bu nedenle temiz hava ve açık zihinle Faşizm’e saldırmak gerekiyor. Ama önce onu doğduğu yerde, olduğu yerde bulmak gerekiyor. Kavramların yaratılan şeyler olduğunu unutarak onların statik muhtevasına bizi süslü ve ağır taşlarla bağlayan her entelektüel yaklaşım, hızla masumiyetini yitirme tehlikesiyle karşı karşıyayken kampfplatz okur/yazar ve entelektüelleri için daha heyecan verici bir iddia ben kendi adıma göremiyorum.

Viewing all 74 articles
Browse latest View live